XX. yüzyılın sonlarına doğru güçlü bir şekilde seslendirilmeye başlanan ancak özellikle son yirmi yıldır daha sıklıkla üzerinde durulan, hakkında çeşitli boyutlarıyla inceleme ve araştırma faaliyetleri gerçekleştirilen transhümanizmin insanla ilgili din soslu hedef ve gayeleri, onun din ya da dinler çerçevesinde ele alınmasını zorunlu kılmaktadır. Transhümanizm, dinin insanı tanımladığı sahada dinin yerini almaya yeltenerek insan için yeni tanımlar üretme, ona yeni gelecek projeksiyonu çizme, hatta “trans-human” ve “post-human” diyerek mevcut türün dışında “yeni bir insan türü”nü “yaratma” iddiasındadır. Transhümanizmin, kendisini dinin yerine koymaya “cüret” etmesine imkân veren, transhümanizm açısından son derece güçlü ve tutarlı bir teolojik zeminin varlığı inkâr edilemez. Sözü edilen teolojik zeminde yer alan din, öncelikle Hristiyanlık olsa da bunun yanında Yahudilik, İslam, Hinduizm, Budizm, Konfüçyanizm ve Taoizm gibi dinler de transhümanizme temel oluşturması bağlamında ele alınıp değerlendirilmektedir.

Transhümanizm ve din etkileşimi bu çerçevede, bir taraftan transhümanizm içinde dinin mevcudiyetini tartışmaya açarken diğer taraftan da din içerisinde transhümanizmin dayanakları konusunu gündeme getirmektedir. Transhümanistlerin kahir ekseriyeti kendilerinin herhangi bir dinin mensubu olmadıklarını hatta ateist, deist ve agnostik olduklarını ifade etseler de transhümanizm, içerisinde çok güçlü dinî motivasyonları barındırmaktadır. En başta o, Tanrı’ya, insana, âleme ve geleceğin dünyasına ya da öte âleme dair söyledikleriyle
dinin çizdiği alan içerisine girmektedir. Söz gelimi, insanı, ölümü tatmadan önce bu dünyadayken ölümsüzlüğe kavuşturmayı vadetmesiyle, buna yönelik bir vaadi Yaradan’ın müdahalesiyle ancak ölümden sonra gerçekleştireceğini söyleyen dinin alanına girmekte ve bir anlamda dine ve Tanrı’ya karşı bir meydan okuyuşu telkin etmektedir. Dolayısıyla transhümanizm, Tanrı, insan ve âlem hakkındaki fikirleriyle selefi hümanizm gibi bir taraftan dinin alanına girerken diğer taraftan da kendisini tanrı ve din karşısında konumlandırmış olmakta; dini ve tanrıyı reddederek kendisini dinîleştirmektedir. “Dinin ve tanrının reddi, nasıl onu dinîleştirebilir?” sorusu elbette önemlidir. Esasen transhümanizmin dini ve tanrıyı reddedişi, salt bir reddedişten ibaret değildir. Din, en basit tanımıyla “hayatı anlamlı kılma çabası” olarak tanımlanırsa ve dinin hayattaki en birincil fonksiyonunun da insan için “anlam üretme” olduğu kabul edilirse transhümanizmin de benzer bir vaadi ya da iddiayı dile getirdiğini söyleyebiliriz. Dolayısıyla dinin ve tanrının reddedilmesiyle ortaya çıkan anlamsızlık girdabını transhümanizm, “yeni bir anlam” iddiasında bulunarak ortadan kaldırmaya yeltenmektedir ki bu özelliği de onu dinîleştirmektedir.

Transhümanizmde yer alan dinî dokunuşların önemli bir kısmı onun, geleceğin dünyasıyla ilişkili olan hedeflerinde bulunmaktadır. Hemen her dinde kıyametten önceki zaman dilimini ifade etmek üzere “son/ahir zaman”, “yargı günü”, “Tanrı’nın Krallığı”, “Mesih günü”, “altın çağ” gibi farklı adlandırmalarla yer alan ve bir anlamda insani ve varlıksal mükemmelleşmenin zirvesine karşılık gelen eskatolojik tasavvurların ya da öğretilerin bir benzeri transhümanizmde de mevcuttur. Bu çerçevede, teknolojiyle ilişkilendirilen ancak transhümanist düşünce içerisinde daha farklı bir anlam ve içeriğe kavuşarak dönüşen “tekillik” fikri, transhümanizmin eskatolojik bir bağlama oturmasına imkân veren mühim bir kavramsallaştırmadır. Transhümanizmin dinî bir düzlemde değerlendirilmesine imkân veren hatta onun “din” olarak isimlendirilmesine gerekçe temin eden tekillik, özünde eskatolojik bir tasavvurdur. Tekilliğin eskatolojik boyutu, transhümanizm içinde, bireysel hedefleri, sosyal kaygıyı ve ahlakı şekillendiren kuvvetli bir itici güçtür. (Stephen Robert Garner, Transhumanism and The Imago Dei: Narratives of Apprehension and Hope, The University of Auckland, ResearchSpace@ Auckland, PhD Thesis, 2006, s. 226.) Transhümanizmde mevcut sibernetik ölümsüzlük hedefi, transhümanizmi, soteriolojik ancak seküler karakterde eskatolojiye sahip bir yapı hâline getirmektedir. (Mikael Leidenhag, “Saved Through Technology: Exploring the Soteriology and Eschatology of Transhumanism”, Religion Compass/New Religions-Wiley Online Library, Vol. 14, Issue 11, 2020, s. 7.)

Transhümanist tekillik düşüncesi, ilhamını büyük oranda geleneksel dünya dinlerinin, hususen de Hristiyanlığın eskatolojik tasavvurlarından almıştır. Hem Hristiyan geleneği hem de transhümanizm tarafından kullanılan dil, acıların üstesinden gelme ve dönüştürülmüş dünya vizyonları açısından değerlendirildiğinde genellikle birbirine paraleldir. Her iki vizyon da dünyada yaşamak için umut sunmaya çalışır ve her ikisinde de bu vizyonların bir parçası olarak teknolojinin yeri değerlidir. (Garner 2006: 244, 245)

Transhümanist tekillik fikri, birçok din, mezhep ya da tarikat tarafından paylaşılan ahir zamandaki Mesih beklentisine çok benzemektedir. İnsanlığın ve dünyanın geleceğini daha iyi hâle getirmeyi vadeden geleneksel dinlerdeki Mesih ya da Mehdi inancı/inanışı, insanlığı o güzel günlere taşıyacak kurtarıcı lider etrafında örülmektedir. Transhümanizmin de sözü edilen dinî geleneklere benzer şekilde insanlığı felaha ulaştıracağını iddia ettiği birtakım hedef veya vaatleri ortaya koyuyor olması, onu dinsel içerikli “tekno-eskatolojik” bir hareket olarak değerlendirmeyi zorunlu kılıyor gibi görünmektedir. Hatta daha ileri düzeyde transhümanizmin, dünyanın nihai amacı ve insan doğası ile ilgili bazı iddiaları nedeniyle; ayrıca işlevsel olarak dinî geleneklere benzer şekilde, mevcut durumdan daha mükemmel bir evreyi hedefleyerek böyle bir hedefle birleşmiş bir topluluk aracılığıyla aidiyet duygusu oluşturması bakımından bir din olarak kabul edilebileceği (Leidenhag 2020: 7) de iddia edilen görüşler arasındadır.

Dinin, ona tabi olanlar için içsel ve manevi bir değerinin bulunması hatta sözü edilen bu değeri insan için üretiyor olması gerçekliğinden hareket edildiğinde transhümanizmin, XXI. yüzyılın daha bu ilk çeyreğinde, insanlar için bir değer ve anlam üretip üretmediği ya da üretmeyeceği tartışılması gereken bir meseledir. Artık hemen her sektörde yapay zekâ tabanlı teknolojik üretimlerin gerçekleştirildiği; insanın işini kolaylaştıran, sınırlarını aşmasına imkân veren dijital, mekanik, robotik makine ve cihazların geliştirildiği; insanı oluşturan unsurların (ruh/zihin, beden) birbirinden bağımsız ve ayrı ayrı olarak insani varoluşun tek ölçütü hâline getirilmeye çalışıldığı bu “yeni tekno-dijital dünya düzeninde” transhümanizmin, içsel ya da manevi hangi değeri insanlara takdim ederek din olma vasfını kazanacağı büyük bir merak konusudur.

Tanrı, âlem ve insan hakkındaki düşünceleri, bir nevi teolojik norm niteliğine sahip olan transhümanizmin, sözü edilen konularla ilgili olarak insan için bir anlam ve değer ölçüsü sunması, beklenebilen bir durum olacaktır. Aslında onu felsefi bir düşünce ya da ideoloji olmaktan çıkarıp din hâline getirebilecek özelliklerden birisi de onun söz konusu anlam ve değer ölçülerine sahip olup olmamasıdır. Anlam inşasında dinlerin eskide kaldığı ve insanlara artık yeterli gelmediğini ifade eden transhümanistler, daha bilimsel daha teknolojik anlatılara ihtiyaç olduğunu (John G. Messerly “The End of Religion: Technology and the Future”. 21 Aralık 2015. Erişim 01 Kasım 2021. https://archive.ieet.org/articles/messerly20151221.html) ileri sürerler. Sözü edilen iddiayı, kendisi açısından daha tutarlı hâle getirebilmek amacıyla transhümanizm, teknolojiyi dinî öneme sahip kılarken geleneksel dinî temaları, kaygıları ve hedefleri sekülerleştirmektedir. (Hava Tirosh-Samuelson, “Transhumanism as a Secularist Faith”. Zygon®. 2012. Erişim 01 Kasım 2021. https://onlinelibrary.wiley.com/doi/abs/10.1111/j.1467-9744.2012.01288.x, s. 710.)

Dini meydana getiren unsurlardan birinin de o dinin “inanmış ve adanmış insanlar birliği”ne yani “cemaat”e sahip olması gerçekliği hesaba katıldığında transhümanizmin, vadettiği anlam ve değerle ilişkilendirilebilecek birtakım iddialarla etrafında kitlesel bir inanmışlar grubunu oluşturması güç olacaktır. Transhümanizmin insan için vadettiği en önemli şeyler, “hastalıklardan kurtulma”, “uzun ömür” ve “ölümsüzlük”tür. İlk anda insanları celbetme ihtimali yüksek olan söz konusu vaatleri, kullanılan araçlar, yöntem, zaman, mekân ve içerik farklılığı olsa da geleneksel dünya dinleri de insanlara sunmaktadır. Ancak geleneksel dinlerde tüm bunların gerçekleşmesinde, yaratıcı kabul edilen varlık olarak Tanrı en büyük rolü oynarken transhümanizmde bütün yetki, güç ve sorumluluk insana verilmektedir. Yani geleneksel dinlerde vadedilen bu üç şeyin gerçekleşmesinde Tanrı “müdâhil” bir varlık iken transhümanizmde ise insan, kendisine gerçek anlamda “yaratıcılık” vasfı yüklenerek sözü edilen üçlü vaadi kendi bilgi ve yeteneğiyle vücuda getirecek bir varlık olarak değerlendirilir. Dolayısıyla Tanrı-insan ilişkisinde Tanrı’yı her koşulda “yaratan”, insanı ise “yaratılmış” bir varlık olarak konumlandıran geleneksel dinlerde Tanrı, aynı zamanda içsel ve manevi olanı da yaratan, değerin kaynağı ve değer üreten bir varlıktır. Transhümanizmde ise insana biçilen rol, yaratılan olmaktan ziyade tıpkı Tanrı gibi yaratıcı olma üzerinde kurgulandığı için artık insan “değere muhtaç olan” değil, “değeri üreten ya da yaratan” bir varlık olmak durumunda bırakılmıştır. Fakat bu noktada yeni bir sorunla daha yüzleşmek gerekecektir: “Transhümanizmde insan eğer değerin kaynağı yegâne varlık olacaksa bu değeri kimin için üretecektir?” İşte yukarıda dile getirdiğimiz, transhümanizmin, kendi inanmışlar grubunu oluşturmasının zor olduğuna dair iddiamızın temel gerekçesi bu soruda saklıdır. Transhümanizm, insanı yaratılan bir varlık olmaktan çıkarıp bir nevi yaratıcı kılarak, daha baştan kendisinin din zemininden kopmasını zorunlu, “din” olarak tavsif edilmesini de neredeyse imkânsız hâle getiriyor görünmektedir. Dolayısıyla transhümanizm, içerisinde dinî bir zemini ve muhtevayı barındırsa da dinin muhatabı olan insana yüklediği rol sebebiyle din olma iddiasını kendiliğinden boşa çıkarmaktadır.

TAKVANIN GÜCÜ

“Ey iman edenler! Allah’a saygıda (takva) kusur etmezseniz O size bir temyiz kabiliyeti verir, kötülüklerinizi örter ve sizi bağışlar. Allah büyük lütuf sahibidir.”

(Enfal, 8/29.)

Takva, kulun Allah ile olan ilişkisinin merkezinde yer alan Kur’an kavramlarından bir tanesidir. Takva kelimesi, “korumak, sakınmak, saygı göstermek, korkmak, çekinmek” (İbn Manzur, Lisanü’l-Arab, “vky” mad.), “bir şeyi kendisine zarar ve eziyet verecek şeylerden korumak” (Ragıb el-İsfahani, el-Müfredat, 530.) gibi anlamlara gelen “vikâye” kökünden türemiş bir kelimedir. Dinî bir kavram olarak takva, Allah’a itaat hususunda ihlaslı olmayı, Allah’a isyan anlamına gelecek hususlarda ise terk ve sakınmayı; nefsin arzularından ve Allah’tan uzaklaştıran şeylerden kaçınmayı ifade etmektedir. (Cürcani, et-Ta’rifat, 68.)

Takva kelimesinin ve aynı kökten türeyen farklı türevlerinin Kur’an’da çokça zikredilmiş olması kavramın öneminin bir göstergesidir. Bu bağlamda olmak üzere Kur’an’da pek çok ayette insanların Allah’a karşı gelmekten ve ahiret azabından sakınmaları istenmekte (Bakara, 2/24, 48; Âl-i İmran, 3/102; Nisa, 4/1 vd.); Yüce Allah’ın takva sahibi olanlarla beraber olduğu (Bakara, 2/194; Tevbe, 9/36, 123.); onları koruduğu, yardım ettiği ve takva sahibi olanları sevdiği (Âl-i İmran, 3/76; Tevbe, 9/4, 7.); onların dostu olduğu (Casiye, 45/19.); takvanın insana problemlerden çıkış yolu sunduğu, insanın önünü aydınlatan bir nura vesile olacağı (Hadid, 57/28; Talak, 65/2.); nefsinin bencilliğinden korunmayı başaranların kurtuluşa ereceği (Haşr, 59/9; Tegabün, 64/16.) ifade edilmekte, takva sahipleri/müttakiler cennetle ve cennet nimetleriyle müjdelenmektedir. (Âl-i İmran, 3/15, 198; Zümer, 39/20, 73; Muhammed, 47/15 vd.)

Takva aynı zamanda iman ve kalple ilişkili bir kavramdır. Hz. Peygamber’in eliyle göğsüne işaret ederek, “Takva buradadır.” buyurması (Müslim, Birr, 32; Tirmizi, Birr, 18.) ve “Allahım, nefsime/kalbime takvasını ver!” diye dua etmesi (Müslim, Zikir, 73.) bu hususun göstergesidir. Aynı şekilde, Kur’an’da Hz. Peygamber’e karşı saygılı olanların, Allah’ın kalplerini takva için imtihan ettiği kimseler olarak nitelendirilmesi (Hucurat, 49/3.) ve Allah’ın hükümlerine saygı göstermenin kalpteki takva ile ilişkilendirilmesi de (Hac, 22/32.) bu açıdan dikkat çekicidir. (DİA, “Takva” mad.)

İman ve amelle doğrudan ilişkili bir kavram olan takva ve bu bağlamda olmak üzere Allah’a karşı gelmekten sakınma ve O’na saygı duyma, “Ey iman edenler! Allah’a saygıda (takva) kusur etmezseniz O size bir temyiz kabiliyeti verir, kötülüklerinizi örter ve sizi bağışlar. Allah büyük lütuf sahibidir.” (Enfal, 8/29.) ayetinde buyrulduğu üzere müminlere büyük bir güç ve ayrıcalık kazandırmaktadır aynı zamanda. Zira bu ayet takvanın üç önemli kazanımından bahsetmektedir. Bunlardan birincisi, Furkan yani insanın iyi, güzel ve doğruyu kötü, çirkin ve yanlıştan ayırmasını sağlayan bir temyiz yeteneği, sezgi gücü ve vicdan ölçütüdür. İkincisi, Yüce Allah’ın takva sahibi kullarının günahlarını örtmesi, üçüncüsü ise onları bağışlamasıdır. (Kur’an Yolu, c.2 s.683.) Böylece Yüce Allah, hak ile batılı ayırt etmek üzere Müslümanları üstün kılmak suretiyle yardım edecek, onlara şüpheli şeylerden çıkış yolu gösterecek, Müslümanlarla diğer din mensuplarının arasını ayıracak, dünyada ve ahirette Müslümanları üstün tutacaktır. (Zemahşeri, el-Keşşaf, 2/214.) Zira Müslümanlar, Allah’ın dinine yardım edip üzerlerine düşen sorumlulukları yerine getirirlerse Allah da Müslümanlara yardım edeceğini vadetmektedir. (Muhammed, 47/7.)

Kur’an’da insanlar için bedenlerini örtecek, onları süsleyecek elbise yaratıldığı ifade edildikten sonra “takva elbisesi”nin daha hayırlı olduğu belirtilmektedir. (Araf, 7/26.) Burada ifade edilen takva elbisesinden maksat tevhit, salih amel ve güzel ahlak gibi değerlerdir. (Celalüddin es-Süyuti-Celalüddin el-Mahalli, Tefsiru’l-Celaleyn, 153.) Zira elbise nasıl ki bedeni korur, örter ve süslerse takva da ruhumuzu süsler ve kötü duygulardan korur. Kalpte yer eden takva aynı şekilde bedene ve organlara yansır ve mümini âdeta bir zırh gibi korur. Kur’an-ı Kerim’de “…Azık edinin; kuşkusuz azığın en hayırlısı takvadır. Öyleyse bana saygı duyun ey akıl sahipleri!” (Bakara, 2/197.) buyrulduğu üzere insanın dünyadan ahirete uzanan yolculuğunda en önemli azığı yine takva olacaktır. Yolcu, azığı sayesinde varacağı yere ulaşacak, insan da takva azığı sayesinde ahirette kurtuluşa erecektir.

Kurban ibadetiyle ilgili olarak “Onların ne etleri Allah’a ulaşır ne de kanları; O’na ulaşacak olan sadece sizin takvanızdır…” (Hac, 22/37.) şeklindeki ilahi beyan da ibadetlerde aslolanın şekilden ziyade halis niyet ve samimiyet olduğunu ifade etmektedir. (Nesefi, Medariku’t-Tenzil, 2/442.) Bu şartlara uygun olarak yapılan ibadetler sayesinde kulun Allah’a olan bağlılığı, yakınlığı, içtenliği artacaktır. Bu ise elbette ki kulu Allah’a karşı gelmekten koruyacak, güzel ve salih ameller işlemesine vesile olacaktır. Bu bağlamda, hoşgörülü (Bakara, 2/237.) ve adil olmanın (Maide, 5/8.) takva ile ilişkilendirilmesi de aynı şekilde takvanın insanın fiilleriyle olan güçlü bağının örneklerindendir.

Allah’a kaşı gelmekten sakınma, O’na saygı duyma ve takva sadece kulun kendisiyle alakalı hususlar değildir. “Ey iman edenler! Kendinizi ve ailenizi yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun.” (Tahrim, 66/6.) buyruğunda görüldüğü üzere bir mümin kendisini korumakla sorumlu olduğu gibi kendilerinden sorumlu olduğu ailesini, çoluk çocuğunu da korumakla mükelleftir. Bu ise onları da Allah’a karşı sevgi, saygı, itaat ve teslimiyet gibi vasıflarla donatmakla mümkün olacaktır.

Öyle görünüyor ki takva, kalbin samimiyetinden yaptığımız fiillerdeki niyete; iman ve ibadetlerimizdeki ihlas ve samimiyetten güzel ahlaka kadar uzanan, hem kalbimizi hem düşüncemizi hem de bütün hayatımızı yönlendiren, koruyan ve anlamlı kılan son derece önemli bir Kur’an kavramıdır. Zira takva, bizi Allah’a karşı gelmekten, kötülüklerden ve ahirette kötü bir sonla karşılaşmaktan koruyacak olan bir kalkandır. Bunun temelinde de güçlü bir Allah sevgisi yer almaktadır. Allah sevgisi ise yine O’nun sevgisini kazandıracaktır.

Kaynak: Dib Yayınları