Geçmişin bizzat tattığım komşuluk kültürünü, gelmiş geçmiş komşularımızı ne zaman hatırlasam, bu anlar benim için acı tatlı pek çok hatıranın gölgesinde iç çekip hüzünlenmenin anlarıdır. Eminim bu, komşuluğu bütün güzellikleriyle yaşamış pek çoğumuz için hemen hemen aynıdır. Öyle ya, haydi hatırlayalım bakalım, kaç ev değiştirdik, kaç komşumuz oldu, kaçını aile fertlerimizden saydık, kaçıyla komşuluğu yaşatamıyorsak bu ayıp ve kabahat hepimizin. Hiç kimse masum değil. Anadolu’nun küçük şehirlerinde, kasaba ve köylerinde komşuluğu tüm saflığı ve güzelliği ile yaşatanlara selam olsun. Selamın daha büyüğünü şimdilerde modern şehirlerin kasvetli havasında, yavan yaşamında komşuluk kültürünü ayakta tutmaya çalışanlara gönderiyorum.kaçını doğru dürüst isimleri ve simalarıyla hatırlardık, komşuluk maceralarımızı yazsak acaba ne kadarını hatırlardık? Hiç gözlerinizi bir noktaya sabitleyip bütün bunları hafızanızda canlandırmaya çalışırken uzaklara dalıp gittiğiniz oldu mu? Siz, hiç okuldan döndüğünüzde anneniz evde yoksa karşı komşu teyzenizin kapısını çalıp “Teyze annem nereye gitti, biliyor musun? Kapıyı çaldım ama evde yok.” dediğinizde, “Kuzucuğum haberim var, geç içeri, annen yufkacıya kadar gitti, yarım saate gelir.” cevabı alınca utana sıkıla içeri geçip somyanın bir kenarına sessizce iliştiniz mi? Bu esnada ikram ettiği kekten ya da çörekten hiç yediniz mi? Anneniz apartman günü için komşuya gitmek için kapıdan tam çıkarken ardından koşturup “Anne Nurten Teyze ne yapmışsa hepsinden ben de istiyorum, sakın unutma!” diye tembihlediğiniz oldu mu hiç?

Yorulmak nedir bilmeksizin saatlerce birlikte top koşturduğum yaşıtlarım acaba şimdi neredeler? Ne işle meşguller? Hangileri hayatta, hangileri değil? Anne babalarımız komşuluğun, biz çocuklar oyunun tadını çıkardığımız o günlerde ne çok oyun çeşidimiz varmış, say say bitmez. Televizyonumuz yoktu, yalvarırdık anneme, “Anne ne olur, Nazlı Teyze’ye söyle de bu akşamki filmi izleyelim.” diye. Komşu, komşunun kahrını çekerdi. Çocuğuz ya, ertesi gün yine isterdik. “Her gün her gün olmaz oğlum.” derdi annem. İsteklerimiz ne kadar masum olsa da annemizin bir lafı bizi yerimizde oturtmaya yeterdi. Şimdi geçmişteki komşuluğu anıyor ve yazıyorsak, komşularımızı arıyorsak derdimiz büyük demektir. Modern hayat bizi şimdi daha büyük, daha yüksek, daha kalabalık apartmanlarda yaşamaya zorluyor. Dev binalarımızda gerçek manada komşuluk ilişkisi kurabildiğimiz daire sayısı ya bir ya ikidir, hadi olsun üç! Bunu yalanlayan istisnalar varsa da kaideyi bozmaya güçleri yetmez, zira genel manzara, gerçeği bütün çıplaklığıyla ortaya koyuyor. Öyle ya, bizim komşularımız vardı, onları kimler aldı? Hiç hayıflanmayan, üzülmeyen, kaybettiklerine ciğeri yanmayan, türlü gamsızlıklar ve anlamsızlıklarla dolu “modern” şehir hayatı bizden komşularımızı da koparıp

aldı; bizse artlarından bakakaldık. İnsanları kendi kabuklarına sımsıkı kapatan bu kozmopolit hayatta ayakta kalma mücadelesi herkesi en ücra köşelere savurdu. Komşularımız bizler için, bizler komşularımız için birer nimettik. Birbirimizi çok sevdik, komşuluğu doyasıya yaşadık. Bugün mevcutlarla, yanı başımızdakilerle komşuluğu yaşatamıyorsak bu ayıp ve kabahat hepimizin. Hiç kimse masum değil. Anadolu’nun küçük şehirlerinde, kasaba ve köylerinde komşuluğu tüm saflığı ve güzelliği ile yaşatanlara selam olsun. Selamın daha büyüğünü şimdilerde modern şehirlerin kasvetli havasında, yavan yaşamında komşuluk kültürünü ayakta tutmaya çalışanlara gönderiyorum.

Ekmek Teknesi, Seksenler…

İnsan yaşamı giderek katılaşır ve tuhaf bir kısır döngü sarmalına mahkûm olurken dostluğun, kardeşliğin, komşuluğun özü de yitip gitti. Biz o günlerin özlemini Ekmek Teknesi, Seksenler gibi dizilerle dindirmeye çalışsak da nafile… Ekmek Teknesi’nin fırıncı Nusret Baba’sı sık sık “Allah bugünlerimizi aratmasın.” derdi, bir bildiği varmış. O günleri, deyim yerindeyse, mumla arıyoruz. Geleneksel mahalle kültürümüz cıvıl cıvıldı ve ne yazık ki göz göre göre elimizden kayıp gitti ve giden hiçbir şey artık geri gelmeyecek. Elimizdekileri vermemek için direnmediğimizi söyleyemem ama başaramadığımız bir gerçek. Modern dev yapılarıyla, labirenti andıran caddeleriyle, 7/24 aktifliğiyle modern şehirler, bir yandan değerlerimize azar azar su katarken, bir yandan da beden ve duygu olarak bizleri çok hırpaladı, çok yordu. Kimi alarm takılı çelik kapılarımız; yan kapı, karşı kapı, alt kat, üst kat komşularımızla da sıkı bir “kopuş”u sembolize ediyor. Sosyal medya kilometrelerce ötedeki tanımadığımız “sanal” şahsiyetleri evimize sokar ve bizi onlarla sıkı fıkı dost yaparken “gerçek” şahsiyetler olan apartman komşularımızla küsleri oynuyoruz. Kapıda, asansörde ve araba garajında denk gelirsek kısa tebessümlerle, kaş gözle selamlaşıp geçiveriyoruz. Bütün bunlar günlük yaşamımızın belki sıradan, önemsiz ama acıtan detaylarıdır.

İçi Kof Modernlik

Kapitalizmin bizleri içi kof bir modernliğin mekanik rutinine kapattığı günden beri, konforu yüksek, daha kalabalık apartmanlarda kendimize ve çevremize nasıl yabancılaşırız, yabanıl bir tabiata nasıl bürünürüz onu ispatlıyoruz sosyologlara. Artık komşular arası akşam oturmaları, çay kahve sohbetleri, bayram ziyaretleri pek yok; çorbalar, irmik helvaları, kurban payları, bardakta tuz, şeker, yağ veya salça da gelmiyor kapımıza. Memlekete giderken evimize göz kulak olması ve çiçeklerimizi haftada bir sulaması için anahtarımızı emanet ettiğimiz Sebahat, Aysel, Ayşe, Nuriye teyzelerimiz yok. Bugünlere gelirken yolda komşuluk dâhil pek çok şeyi

yitirdik. Bunun suçunu ve utancını hafifletecek hiçbir mazeret haklı görülemez. Şimdinin yalnızlığını hiçbir şey gideremez, korkularını hiçbir şey bertaraf edemez. Geçmişin masumiyetini şimdinin hırçınlığına kurban ettik. Geçmişin “toplu” fotoğrafını indirdik ve yerine şimdinin “bireyci” vesikalığını astık. Sokaklarımız değişince komşularımız da değişti. Bütün sokağın aynı dili konuştuğu, aynı duyguları paylaştığı günlerden, sanki dilini, örf ve âdetini bilmediğimiz yaban bir memleketin yabancı kaynayan sokağına gelmiş gibiyiz. Bir Japon şarkısının “Burası memleketimden küllerce uzak, burası memleketimden millerce uzak” nakaratındaki gibi sokağımızda selam verecek kimsemiz yok, yapayalnızız. Ne gariptir ki kaybettiklerimizi yazarken tekrar hatırlamaya çalışırken beynimiz patlıyor. Bir şeyleri yitirmişsek sahiplenme duygumuzun zayıflığından şüphelenmeliyiz. Bizim komşularımızı, hayallerimizi de çalan kapitalizmin serabında çimen, dünyevi hırslarımızdı. Komşunun çorbasını, irmik helvasını, bir bardak yağını, tuzunu, şekerini ve hepsinden önemlisi zilimizi çalarken “benim oğlum” diyen sedasını şehrin cafcaflı ışıklarında, uğultulu telaşında kaybettik.

Kaybettiklerimizin toplamı tüylerimizi ürpertecek, dilimizi damağımızı kurutacak, aklımızı alacak derecede değerliydi. Hüznümüz kaybımızı karşılamaya yetmez. Tatlı komşularımız vardı usul usul kapımızı çalan, dönüp gittiler biz kapıyı açana kadar. Bugün hâlâ özlemini duyduğumuz türden komşuları olan varsa lütfen kıymetini bilsinler.

Son Sözler…

Ne çok şeyler üretmişiz komşuya dair. Komşu hatırı, komşu kapısı, komşunun külü, komşu ekmeği, komşu boncuğu, komşu hakkı, komşunun tavuğu… Bütün bunlar şimdi çok az yerde yaşıyor. Vahim yalnızlığımız için şimdi bir geçmişin derinliklerine yuvarlanan birer tamlamadan ibaret. Âdeta karşılıksız çek gibi kapitalizmin vahşi dünyasında bir karşılıkları yok. İstanbul’daki ilkokul birinci ve ikinci sınıf yıllarımı hatırladım bu yazımı yazarken. Selimiye Mahallesi’nde Marmara Denizi’ne nazır bir apartmanın teras katında otururduk. Karşı komşumuz yaşlı Mukaddes Teyzemizdi, benden yaşça büyük oğlu Şevket’le birlikte otururdu. Her sabah erkenden günlük gazetesi gelirdi kapısına. En büyük zevkim, o daha kalkmadan kapısının önüne bırakılan gazetesini alıp salonda halının üstüne usulca serip resimlerine bakmak ve büyük yazılarını okumaktı. Buruşmasın ve Mukaddes Teyze anlamasın diye itinayla açardım sayfalarını. İşim bitince gazeteyi tekrar düzgün biçimde dürer, ayaklarımın ucuna basarak kapısının önüne sessizce bırakırdım. Ne masum, ne saf, ne güzelmiş o günler. Çok sever, çok hürmet ederdik yaşlı teyzemize. Biz Ankara’ya taşındıktan yıllar sonra aldık acı vefat haberini Allah rahmet eylesin. Komşularımız, pek çok hatıramızın mütevazı kahramanlarıdır. Gösterişsiz, sade, samimi, fedakâr, sevecen, müşfik… İyi komşu, ailenin bir parçası kabul edilirdi. “O, yabancımız değil, aileden biri.” denirdi. Peki, hiç mi geçimsizi yoktu? Vardı

elbette. Kapılarını bam güm çarpan, bağırmaları duvarları delen, selam vermeden geçen, bir şey istemek için kapısına gittiğimizde yok diyen, hanımına, çoluk çocuğuna şiddet kullanan… Böyleleri de vardı elbette. Dahası, ahlakı bozuk komşular, mahalleliye kötü örnek oluyor diye dışlanır, mahalleden taşınması istenirdi. Ancak öyle güzel komşularımız oldu ki onların güzelliği kötülerin ayıbını örtmüştür. Bize de komşuluk yazısını yazdıran bu güzelliklerdir. Bugün, insanlığı tahminlerin ötesinde bozan maddeci kültürün bireyci iklimi, dedik ya, geldiğimiz noktadan artık geri dönüşün olmadığını söylüyor. Komşuluğun yüksek duygularına, güzelliklerine dair yitirdiğimiz epey şey var. Komşuluklarımız, bizim için sosyal ilişkilerin en saf, en halis, en samimi örneklerini sergileme alanıydı. Gördüğümüz, dokunduğumuz, hissettiğimiz, yaşadığımız ve uygulamaya döktüğümüz güzelliklerin toplamıydı. Komşu, kendimde onu, onda beni gördüğüm kişiydi; birbirimizin “sırlı” aynasıydık. “Şerrinden komşusunun emin olmadığı kimse cennete giremez.” (Müslüm, Îman, 73); “Allah’a ve ahiret gününe iman eden komşusunu rahatsız etmesin.” (Buhârî, Rikâk, 23); “Cebrail bana komşu hakkında o kadar çok tavsiyede bulundu ki onu mirasçı bırakacak sandım.” (Müslim, Birr ve Sıla, 42) buyuran sevgili Peygamberimizin bu sözleri komşuluk duygularımızın küllerini yeniden alevlendirmek için bir kıvılcım olur mu bize? Elbette, küçücük bir kor kalmışsa derinlerimizde neden olmasın? Aksi için geçerli bir sebebimiz var mı?