Mudar kabilesinden mağdur oldukları her hâllerinden belli olan birtakım insanlar Hz. Peygamber'in yanına geldiler. Sevgili Peygamberimiz onları gördüğünde çok etkilendi ve Bilâl'e ezan okumasını emretti. Namazı kıldırdıktan sonra bir konuşma yaptı.

“Ey insanlar! Sizi tek bir nefisten yaratan Rabbinizden korkun...” (Nisâ, 4/1.) âyetiyle özde birliğe dikkat çekerek,

“Kişi dinarından, dirheminden, elbisesinden, bir sâ' buğdayından, bir sâ' kuru hurmasından —yarım hurma bile olsa— tasadduk etmelidir.” buyurdu. Derken ensardan bir zât avucuna sığmayacak kadar büyük bir kese getirdi. Sonra orada bulunan sahâbîler birbiri ardınca bir şeyler getirdiler. Neticede yiyecek ve elbiseden müteşekkil iki yığın ortaya çıktı. Müslümanların bu duyarlılığı, Allah Rasûlü'nü gözlerinin içini parlatacak kadar sevindirmiş ve o şöyle buyurmuştu:

“Her kim İslâm'da güzel bir gelenek başlatırsa, hem yaptığının ecrini hem de kendisinden sonra aynı şeyi yapanların ecrini kazanır. Onu yapanların kendi ecirlerinden de bir şey eksilmez. Her kim de İslâm'da kötü bir gelenek başlatırsa, hem yaptığının günahını hem de kendisinden sonra onu yapanların günahını yüklenir. Onların günahlarından da hiçbir şey eksilmez.”

Yarım hurma kadar bile olsa kişinin tasaddukta bulunması, insanın sahip olduğu her bir eklemi karşılığı her gün için bir miktar sadaka vermesi, hayatın her ânını ve yapılan her şeyi ibadete çevirmektedir.

Nitekim Sevgili Peygamberimiz iki kişi arasında adaletle hükmetmeyi, hayvanına binmek ya da eşyasını yüklemek isteyen birine yardımda bulunmayı, sarf edilen güzel sözleri, namaza giderken atılan her bir adımı veya yolda insanları rahatsız eden herhangi bir engeli ortadan kaldırmayı ibadet olarak nitelemiş ve bunların sadaka olduğunu beyan etmiştir. Bu anlayış müminlerin insanlarla ilişkilerini şekillendirmelerinde önemli bir ölçüt olmuştur.

Bu tavsiyelerinin yanı sıra, “Aranızın kötü olmasından sakının. Çünkü bu mahvedici (bir hâl)dir.” uyarısında bulunan Hz. Peygamber, insanlar arasındaki ilişkileri güçlendirmeyi amaçlamıştır. Zira o, çevresiyle sağlıklı ilişkiler geliştirmeyi ve dostluk kurmayı iman ile bağdaştırarak, “Mümin cana yakındır. (İnsanlarla) yakınlık kurmayan ve kendisiyle yakınlık kurulamayan kimsede hayır yoktur.” buyurmuştur.

Yemek hazırlama zahmetine katlanan hizmetçinin sofraya oturtulmasını yahut ona da aynı yemekten bir miktar verilmesini tavsiye eden Allah Resûlü, insanlarla ilişkilerinde statüsü ne olursa olsun kimseyi kınamayan, ayıplamayan ve başkalarının gizli hâllerini öğrenmeye çalışmayan ama çevresinde olup bitenlere de duyarsız kalmayan bir tavır sergilemiştir.

Bir sefer esnasında biniti üzerinde Hz. Peygamber'in huzuruna gelip sağına soluna bakınan sahâbînin ihtiyacını fark eden Allah Resûlü,

“Yanında fazla biniti olan onu biniti olmayana versin, yanında fazla azığı olan da onu azığı olmayana versin.” sözüyle inananları yardımlaşmaya, dayanışmaya çağırmış ve ihtiyaç sahiplerine karşı duyarlı olduğunu göstermiştir. Bir sefere çıktıklarında ya da kıtlık zamanlarında yiyeceklerini bir yerde toplayıp sonra da eşit olarak taksim eden Eş'ar kabilesini, “Ben onlardanım, onlar da benden.” ifadeleriyle taltif eden Sevgili Peygamberimiz, zor zamanlardaki dayanışmanın önemine işaret etmiştir.

Sadece kendisine yetecek miktardaki yemeğe davet edildiğinde bile sessizce kalkıp gitmek yerine yanındakilerin de davet edilmesini istemesi oldukça anlamlıdır. Aynı şekilde kendisine gönderilen küçük ikramları bile yanındakilerle paylaşmıştır. Hz. Peygamber'in bu nezaketi, etrafındakiler tarafından suistimal edip kendisini bunalttıklarında uyarı, toplumsal ilişkilerde nezaketi öğretmek isteyen Yüce Allah'tan gelmiştir:

“Ey iman edenler! Yemek için çağrılmaksızın ve yemeğin pişmesini beklemeksizin (vakitli vakitsiz) Peygamber'in evlerine girmeyin, çağrıldığınız zaman girin. Yemeği yiyince de hemen dağılın. Sohbet için beklemeyin. Çünkü bu davranışınız Peygamber'i rahatsız etmekte, fakat o sizden çekinmektedir...” (Ahzâb, 33/53.)

Her seferinde ikrama sağından başlamasına rağmen, sağında genç bir delikanlı, solunda ise kavminin ileri gelenlerinin olduğu bir mecliste yaşlılara ikram edebilmek için delikanlıdan izin istemesi, Hz. Peygamber'in, ilkelerine bağlılığını ortaya koyduğu kadar, insanlara saygısını da göstermektedir.

Allah Rasûlü,

“Allah için size sığınan kimseye sığınak olun. Allah için isteyen kimseye verin. Sizi davet edene icabet edin, size bir iyilik yapana karşılığını verin. Eğer onun karşılığını verecek bir şey bulamazsanız, karşılıkta bulunduğunuza kanaat getirinceye kadar ona dua edin.” sözleriyle beşerî ilişkilere farklı bir anlam kazandırmıştır. İhtiyaç sahibi olanlara yardım etmeyi sadaka olarak nitelendirmiş ve her Müslüman'ın sadaka vermesi gerektiğini vurgulamıştır.

Onun fakirlere ve dul kadınlara yardım etmek için çaba sarf eden kimseyi Allah yolunda cihad eden kimse gibi görmesi, kendisine gelip de derdini anlatamayacak olanlara

işlerinin görülmesi için aracılık yapılmasını sevap kapısı olarak göstermesi, insanî ilişkilerde güler yüzlü olmayı dahi sadaka olarak nitelemesi, insanlar arası ilişkileri yeniden şekillendirecek bir niteliğe sahiptir.

Nübüvvetin aydınlığını yansıtan bu yeni anlayış, özünde 'kişinin kendisine nasıl davranılmasını istiyorsa diğer insanlara da aynı şekilde davranması' ilkesini barındırmaktadır. Abdullah b. Amr (ra) bu konuyla ilgili olarak şunları anlatmaktadır: “Rasûlullah (sav) ile birlikte seferde iken bir yerde konakladık. Bir kısmımız çadır kurmakla meşgul iken bir kısmımız okla atış talimi yapıyor, bir kısmımız da hayvanları otlatıyordu. O sırada Rasûlullah'ın (sav) münadîsi namaz için seslendi biz de toplandık. Rasûlullah (sav) ayağa kalktı ve şöyle buyurdu: 'Kim cehennemden uzaklaştırılıp cennete girmek isterse Allah'a ve âhirete inanırken ölüm kendisine erişsin. İnsanların kendisine nasıl davranmalarını istiyorsa o da insanlara öyle davransın...' ”

Bugünkü deyişle empati olarak ifade edilebilecek bu ilke, kendini başkasının yerine koyarak davranışlarını biçimlendirmeyi gerektirmektedir. Nitekim Ebû Hüreyre'nin anlattığı şu olay bunu açık bir şekilde göstermektedir:

Hz. Peygamber'le birlikte bir seferde iken sahâbîlerden bazılarının yiyecekleri bitmiş, seyir hâlinde iken bağlı develere rastlayınca hemen onları sağmaya başlamışlardır. Bunu gören Allah Rasûlü kendilerini onların sahiplerinin yerine koymalarını isteyerek, “Onlar gelip sizin yiyeceğinizi alsalar bu hoşunuza gider mi?” diyerek onları uyarmıştır. Sevgili Peygamberimiz, “Sakın bir kimse izin almaksızın başkasına ait davarları sağmasın.” uyarısında bulunduktan sonra da, aynı şekilde şu soruyu yöneltir: “Sizden biri, kilerine varılıp kilidinin kırılarak yiyeceklerinin yağmalanmasından hoşlanır mı?”

Sevgili Peygamberimiz, insanlar arası sağlıklı ilişkilerin temelini oluşturan bu prensipleri bizzat uygulardı. Nitekim o (sav), huzurunda konuşanların sözlerini kesmez, her birini ilk konuşan gibi can kulağıyla dinlerdi. Yürümesi ve konuşması kendisine benzeyen, çok sevdiği kızı Fâtıma yanına geldiğinde ayağa kalkıp onu kendi yerine oturtur, ancak kendisi için ayağa kalkılmasından hoşlanmazdı.

Bir keresinde asâsına dayanarak bir topluluğun yanına geldiğinde, onlar Hz. Peygamber için ayağa kalkmışlardı. Bu tutum karşısında Hz. Peygamber, “Farslıların ulularına yaptıkları gibi yapmayın.” diyerek onları uyarmıştı. Enes b. Mâlik'in bildirdiğine göre Hz. Peygamber'in bu davranıştan hoşlanmadığını bildikleri için ashâb, kendilerine Rasûlullah'tan daha sevimli kimse olmamasına rağmen onu görünce ayağa kalkmazdı.

Aşırı tazimden sakındıran Hikmet Peygamberi, insanların birbirleri hakkındaki abartılı övgülerini de doğru bulmamıştır. Nitekim huzurunda bir arkadaşını öven kimseye defalarca, “Yazık sana! Arkadaşının boğazını kestin.” ifadesiyle uyarıda bulunmuş ve

“Sanıyorum falanca şöyle şöyledir. Hesabı görecek olan da Allah'tır ve Allah'a karşı hiç kimseyi tezkiye etmeye kalkmam.” şeklinde ihtiyatlı beyanlarda bulunulmasını tavsiye etmiştir.

Öte yandan aşırı övgülerin de övgüde bulunanların da dikkate alınmaması gerektiğini ifade etmek için, “Meddahları (övgü düzenleri) gördüğünüzde yüzlerine toprak saçın.” buyurmuştur. Elbette iyilik sahibine övgüde bulunmak anlamlıdır, ancak bunun dalkavukluğa dönüşmemesi gerekir.

Medine'de Yahudilerle ilişkilerin henüz bozulmadığı dönemde Abdullah b. Übey b. Selûl'ün kaba ve tahammülsüz davranışını, devlet başkanlığını elinden kaçırmasına bağlayan Allah Rasûlü, ona anlayış göstermiş ve üzerine gitmemiştir:

Hz. Peygamber Medine'ye yerleştikten sonra el-Hâris b. Hazrecoğulları'nın mahallesine, hasta olan Sa'd b. Ubâde'yi ziyarete gider. Yol üzerinde içlerinde Abdullah b. Übey b. Selûl'ün de bulunduğu kalabalık bir topluluğa uğrar. Ancak oraya yaklaşırken bindiği eşeğin çıkardığı toz onları rahatsız etmiştir. Üzerlerine gelen tozu bahane eden Abdullah b. Übey bir yandan elbisesiyle burnunu kapatır, bir yandan da, “Bizim üzerimizi toz etmeyin.” der.

Hz. Peygamber onlara selâm verip binitinden iner ve onları İslâm'a davet eder. Ardından da Kur'an okur. Bundan rahatsız olan Abdullah b. Übey, “Ey kişi! Bu söylediklerin gerçek ise, bunlardan daha güzeli yoktur. Fakat bizim meclisimizde bizi rahatsız etme. Evine dön. Bizden sana gelenlere bunları anlat.” diye çıkışır. Bunun üzerine Müslümanlarla orada bulunanlar arasında bir sürtüşme yaşanır. Hz. Peygamber insanları sakinleştirir,

Sa'd b. Ubâde'nin evine geldiklerinde de şaşkınlığını onunla paylaşır. Bunun üzerine Sa'd, Abdullah b. Übey'in içerisinde bulunduğu durumu şöyle tasvir eder: “Ey Allah'ın Rasûlü! Sen onu affet, hoş gör. Vallahi Allah sana vereceğini vermiştir. Oysaki insanlar ona taç giydirmek ve üzerine meliklere mahsus sarık sarmak üzere anlaşmışlardı. Allah Teâlâ sana ihsan ettiği peygamberlikle onu engelleyince bu durum onun gururuna dokundu. Bundan dolayı gördüğün (çirkin) davranışta bulundu.” Bu sözler üzerine Hz. Peygamber de onu affeder.

Sevgili Peygamberimiz, toplumda insanları rahatsız edecek kaba davranışlar bir yana onları tedirgin edecek tavırlardan bile sakınılmasını tavsiye etmiştir. Okuyla birlikte mescide uğrayan birine, “Onun temrenine (demir ucuna) sahip çık.” uyarısında bulunması bu anlayışın gereğidir. Aslında o (sav), her hâl ve şartta insanlara kolaylık gösterilmesini istemiştir.

Allah Rasûlü,

“Kendisi cehennem ateşine ve cehennem ateşi de kendisine haram olan kişiyi size bildireyim mi? Cana yakın, yumuşak huylu, kolaylaştırıcı kimse.” buyurmuştur.

O (sav), ümmetine müsamaha ve hoşgörüyü öğretmek için şu temsili anlatmıştır:

“İnsanlara borç veren bir tüccar vardı. Zorda kalmış (borcunu ödeyemeyecek) birisini görünce hizmetçilerine, 'Buna müsamaha gösterin, umulur ki Allah da bize müsamaha gösterir.' derdi. İşte bu nedenle Allah o tüccara müsamaha gösterdi.”

Sevgili Peygamberimiz toplumsal ilişkilerin sürdürülmesinde kişilerin özel durumlarını da dikkate almış, hatta onların gönlünü alacak ayrıcalıklarda bulunmuştur. Meselâ kendisine getirilen kaftanları ashâbına dağıtan Allah Resûlü, kaba davranışlarıyla bilinen Mahreme b. Nevfel için bir tanesini ayırmıştır. Oğluyla birlikte Peygamberimizin huzuruna gelen Mahreme'ye, eliyle kaftanı gösterip, “Bunu senin için sakladım.” açıklamasında bulunarak onun ortaya koyacağı can sıkıcı davranışların önünü almak istemiştir.

Toplum içerisinde sıkıntısı olan veya bir felâkete uğrayan insanlara özel ilgi gösteren Allah Rasûlü, onların özel durumlarını dikkate alarak tavsiyelerde bulunmuştur. Meselâ Ca'fer b. Ebî Tâlib'in Mute Savaşı'nda şehit edilmesi üzerine, cenaze ile meşgul olan acılı ailesi için yemek hazırlanmasını, böylelikle onlara bu zor günlerinde destek olunmasını emretmiştir.

Allah Rasûlü, toplumsal huzuru ve barışı sağlayan anlayış, hoşgörü ve sabrın yerini alan kin ve hasedin her şeyi yok edeceğini belirterek şu hadisiyle bunlardan sakındırmıştır:

“Geçmiş toplumların hastalığı size de bulaştı: Haset ve kin beslemek! İşte bunlar, kökten yok edicidir. Saçı tıraş eder demiyorum, aksine dini kökünden kazıyıp yok eder. Bu canı bu tende tutan Allah'a yemin ederim ki iman etmeden cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmeden de mümin olamazsınız...”

Allah'ın kullarına kardeş olmayı tavsiye eden Allah Rasûlü bir başka hadisinde ise şöyle buyurmuştur:

“Birbirinize nefret ve düşmanlık beslemeyin. Birbirinize haset etmeyin, birbirinize sırt çevirmeyin. Ey Allah'ın kulları! Kardeş olun! Bir Müslüman'ın (din) kardeşine üç günden fazla küsmesi helâl değildir.”

Yaşadığı topluma hatta bütün dünyaya karşı sorumluluk sahibi olan Müslüman, gördüğü olumsuzluklara gücü nispetinde müdahale etmeli ve onları ortadan kaldırmak için çaba sarf etmelidir. Zira Allah Teâlâ “Müslümanlar” olarak isimlendirdiği bu ümmeti seçmiş, her peygamberi kendi ümmetine şahit kılarken onlara özel bir görev yüklemek suretiyle kendilerini bütün insanlığa şahit kılmıştır.

Dolayısıyla Müslüman, bütün dünyadaki aç, açık, zulme uğrayan ya da muhtaç olanları görmek, gözetmek ve elinden geldiği kadar herkesin derdine derman olmak yükümlülüğündedir. Güler yüzlü olmak, iyilikleri yaymak ve eziyetlere engel olmak şeklinde tarif edilen güzel ahlâk, Müslümanların yaşadığı toplumlardaki insanlarla ilişkilerini şekillendirmede en temel ölçütlerden biridir. İnsan olma noktasında herkese aynı değeri veren İslâm dini, Müslümanların diğer din mensuplarıyla ilişkilerinde de bu esası temele koyar.

Dolayısıyla adaleti gözetme, insanların hakkına riayet etme, insanlara zulmetmeme gibi temel ahlâk ilkelerinin gayri müslimlerle ilişkilerde de gözetilmesi gerekir. Ancak gerek kişinin şeref ve onuruna, gerekse dinî değerlerine ve inancına saygısızlık, hakaret ve saldırı olması durumunda Müslüman'ın diğer insanlarla ilişkisini buna göre belirlemesi gerekir. Nitekim,

“İnsanların arasına karışarak onların eziyetlerine sabreden kimse, insanların arasına karışmayıp eziyetlerine sabretmeyen kimseden daha hayırlıdır.” ifadeleri de Müslüman'a yaşadığı toplumda üstlenmesi gereken sorumluluğu hatırlatmaktadır.