Hicretin altıncı yılıydı. Müslümanlar türlü sıkıntılardan sonra nihayet Mekke müşrikleriyle Hudeybiye Antlaşması'nı imzalamışlar ve karşılıklı olarak silah bırakma kararı almışlardı. Sıra Müslümanlara karşı sürekli tehdit unsuru olan Hayber'e gelmişti. Fakat Hayber'in yüksek kaleleri, muhtelif savaş aletleri ve yeterli erzakları vardı. Fethedilmesi gerçekten zordu. Ancak fitne yuvası hâline gelen bu kalelerin alınması gerekiyordu.

Medine'de hazırlıklar tamamlandı ve İslâm ordusu hicretin yedinci yılında Hayber'i kuşattı. Hayber, zorlu çarpışmalara tanık oldu. Nihayetinde zafer Müslümanlarındı. Müslümanlar ganimet olarak altın ve gümüş alamasalar da çeşitli mallar, yiyecek-giyecekler, hayvanlar ve hurma bahçeleri gibi verimli araziler elde ettiler.

Ancak ashâbı kazanılan bu fethin ardından başka bir sınanma bekliyordu. Acaba düşman karşısında sebat gösteren nefisler, dünya malına karşı da metanetli olabilecek ve henüz pay edilmediği için ordudaki herkesin hakkı olan bu mallara karşı sabredebilecek miydi? Sevgili Peygamberimiz, mala çok düşkün olan insanoğlunun bu zafiyetinin farkında olarak bir sahâbîsine şu şekilde duyuru yapmasını emretti:

“Aldığınız şey bir iğne, bir iplik bile olsa onu geri getirin. (Ganimete) ihanet, hem ayıptır, hem utanç vesilesidir, hem de kıyamet gününde kendini ateşe atmaktır.”

Daha sonra, Allah Resûlü, ashâbıyla birlikte, Vâdi'l-kurâ mevkiine yöneldi ve oraya vardığında az önceki sözlerinin ne kadar isabetli olduğunu gösteren bir olay gerçekleşti. Allah Resûlü'ne hediye edilen Kerkere isimli siyahî kölesi, Hz. Peygamber'in (sav) devesinden eşyalarını indirdiği sırada, atılan serseri bir okla vurulmuştu. O esnada etrafta bulunan insanlar da onun şehit olduğunu düşünerek, “Cennet ona mübarek olsun!” dediler. Bu sözleri işiten Allah Resûlü,

“Hayır, nefsim elinde bulunan (Allah)a yemin ederim ki, Hayber gününde ganimetler arasından paylaşımda kendisine düşmediği

hâlde aldığı bir elbise, şimdi üzerinde ateş olarak onu yakmaktadır.” buyurdu.

Resûlullah, Kerkere'nin bütün mücahidlerin çabasını hiçe sayarak herkesin hakkı olan ortak bir maldan çaldığı bir parça elbisenin, azap görmesine sebep olduğunu bildiriyordu. Bunun üzerine, orada bulunan herkesi bir korku sardı. Şahit oldukları olay ve bununla ilgili olarak Allah Resûlü'nün söylemiş olduğu sözler âdeta herkesin aklını başına getirmişti.

Kerkere gibi, düşünmeden ganimet malından bir veya iki ayakkabı bağı alan bir kişi de biraz utanç biraz da pişmanlık içerisinde huzura gelerek, “Yâ Resûlallah! Bunu Hayber gününde almıştım.” diyebildi. Allah Resûlü de, “İşte ateşten iki ayakkabı bağı!” buyurarak bu davranışın vahim sonucunu dile getirdi ve ganimet gibi üzerinde kamu hakkı bulunan mallardaki haksız kazanç konusunda insanları uyarmış oldu.

Allah Resûlü, kendisine ve ailesine haram kılındığı için zekât mallarına dokunmuyor fakat Kur'ân-ı Kerîm'de belirtildiği şekilde ganimet ve fey mallarıyla ailesinin geçimini sağlıyordu. Nitekim o, Müslümanların savaş yapmadan aldıkları Nadîroğulları'ndan elde edilen geliri ailesinin yıllık ihtiyacı için ayırır, geri kalanını da Allah yolunda yapılacak savaş için harcardı. Bir keresinde Peygamberimiz, ganimet develerinin birinden bir tüy koparıp,

“Nefsim elinde olan Allah'a yemin ederim ki bana sizin ganimetlerinizden şu tüy kadarı bile helâl değildir. (Bana helâl olan) sadece ganimetin beşte biridir. Ama o da (neticede) size dönecektir.” diyerek kamu malı konusundaki hassasiyetini dile getiriyordu.

Hz. Peygamber (sav), elde edilen bu malları muhtaçlara hemen dağıtıyor, taksim esnasında da ihtiyaç sahiplerinin özel durumlarını gözetiyordu. Zira insanların ortak mücadeleyle elde ettikleri ve kamunun hakkı durumunda olan malların dağıtımının adaletli olması ve vakit geçirmeden sorumluluğun eda edilmesi esastı.

Kamu malı konusunda son derece hassasiyet gösteren Allah Resûlü, dağıtılması gereken bir malın hâlâ yanında bulunuyor olmasından o kadar rahatsızlık duyuyordu ki, bu durum onu, ailesinin yanına gitmekten alıkoyabiliyordu.

Nitekim bir keresinde yanındaki mallar gerekli yerlere dağıtılamadığı için Sevgili Efendimiz, Bilâl'e bu mallardan kurtulmaları gerektiğini, zira bu mallar dağıtılmadan ailesinin yanına dönemeyeceğini söylemiş, o gece mescitte gecelemiş, ertesi gün onların dağıtıldığını öğrenince de Allah kendisine sorumluluğunu yerine getirecek kadar hayat bahşettiği için tekbir getirip hamd etmişti. Benzer şekilde Hz. Peygamber, Bahreyn'den gayet fazla miktarda gönderilen cizye ve haraç mallarını dağıtmış ve son kuruşu bitene kadar da başından ayrılmamıştı.

Allah Resûlü dönemin şartları sebebiyle kamu malı konusunda önemli yere sahip olan ganimetler hakkında ashâbını her fırsatta uyarmış, bir kumandan olarak askerlerine savaşlarda ganimete hıyanet etmemelerini emretmiş, hatta ganimet malına hıyaneti münafıklık alâmeti saymıştır.

Ganimet malına hıyanet edilmeden yapılan cihadı en faziletli amellerden biri olarak zikreden Resûlullah,

“Kim şu üç şeyden uzak olarak ölürse cennete girer: Kibir, ganimet malına hainlik ve borç.” buyurmuştur.

Hz. Peygamber, “Ganimete ihanet edenleri gizleyenler de onlar gibidir.” buyurarak kamu malına ihanet ile bu ihaneti gizlemeyi birbirine benzetmiştir. Hz. Peygamber buna ilâveten üzerinde herkesin hakkı bulunan ganimet mallarının geçici bir süreyle de olsa kullanılıp yıpratılmasını yasaklamıştır.

Hz. Peygamber, Allah Teâlâ'nın haksızlıkla elde edilen ve helâl olmayan bu tür malları sadaka olarak dahi kabul etmeyeceğini bildirmişti.

Allah Resûlü, ganimetlerin paylaşımında hassasiyet gösterdiği kadar, o dönemde insanların ortak kullanım alanları olan mekânlarda, taşınmaz kamu mallarında veya herhangi bir gayret gerektirmeden elde edilen su, ot ve ateşin kullanımında da bütün Müslümanların ortak olduğuna dikkat çekmekteydi.

Buna göre toplumun temel ihtiyaçları olan alanlar kamu mülkiyetine dâhil olmaları dolayısıyla kimse tarafından özel mülk olarak sahiplenilemezdi. Kamu arazileri gibi insanların vazgeçilmez temel ihtiyaçları arasında olan ve herkesin kullanımına açık durumda bulunan doğal kaynaklardan biri de sudur. Allah Resûlü, Arabistan coğrafyasında önemli bir yere

sahip olan ve kullanım hakkı sebebiyle kimi zaman tartışmaların meydana geldiği su kaynaklarında haksızlık ve kargaşayı önlemek adına birtakım kurallar getirmiştir. Nitekim Allah Resûlü su nöbetinden dolayı komşusu ile anlaşmazlığa düşen Abdullah b. Zübeyr'den hurmalığını suladıktan sonra komşusunun kullanması için suyu salıvermesini istemişti.

İhtiyaç fazlası suyun kimseden esirgenemeyeceğini söyleyen Allah Resûlü, bu konuda arazisi yukarıda olan kimsenin kullanımda öncelik hakkına sahip olduğunu, yukarıdaki kimsenin arazisini su ayak topuklarına varıncaya kadar suladıktan sonra suyu aşağıya salması gerektiğini ifade ederek anlaşmazlıklara çözüm getirmişti.

Hz. Peygamber, insanların ortak kullanım alanları olan mekânların korunmasının üzerinde önemle durarak mescitlerin temiz tutulması konusunda ashâbını uyarmış ve herkesin kullanımına açık olan suların kirletilmesini yasaklamıştır. İnsanların gelip geçtiği yolların gereksiz yere işgaline izin vermemiş, kirletilmesini yasaklamış ve ashâbını yollardan insanlara eza verecek maddelerin kaldırılmasına teşvik etmiştir.

Öte yandan Allah Resûlü, kamu mallarını âtıl hâlde bırakmamış, onlardan istifade etmeye çalışmıştır. Efendimiz, devlete ait arazi ve madenleri onları ihya edebilecek bazı sahâbîlerine vermiş ve

“Kim, sahibi olmayan bir araziyi imar ederse, o (bu yerde) daha çok hak sahibidir.” buyurarak insanları her fırsatta ölü arazileri ihya etmeye teşvik etmiştir.

Resûl-i Ekrem, kamu mallarının ihyasına gösterdiği özeni onların korunması konusunda da sergilemiştir. İslâm'da her türlü gasp, yolsuzluk ve hırsızlığın yasaklanmasının yanında kamu malından çalmak, savaş ganimetlerinden haksız yolla bir şey almak, devlet malına hıyanet etmek gibi haksız fiiller İslâm hukukunda “ğulûl” kavramıyla ifade edilmiştir.

Nitekim Hz. Peygamber, “Kimi bir işte görevlendirip (yaptığı işin karşılığı) bir ücret verdiysek, onun bu ücret dışında alacağı her şey (kamuya) hainliktir.” buyurarak, devlet görevlisinin evlenme ve ev edinme gibi bazı ihtiyaçlarının devlet bütçesinden karşılanabileceğini bildirmiş, fakat bunun dışında bütçeden

haksız yere sağlanan her menfaati “kamu malına ihanet” olarak nitelendirmiştir.

“Yağma da yok, ihanet de yok, hırsızlık da!” buyuran Allah Resûlü, ğulûlü yalnızca ganimet malına ihanetle sınırlandırmamış, devletin görevlendirdiği memurların elde ettikleri haksız kazançları da bu şekilde tanımlamıştır.

Nitekim Hz. Peygamber döneminde zekât memurluğu yapan Ezd kabilesinden İbnü'l-Lütbiyye isimli şahıs, topladığı zekâtla birlikte kendisine verilen hediyeleri de getirmiş ve Allah Resûlü'ne, “Bunlar sizin, bunlar da bana hediye edilenler.” demişti. Zekât memurluğu gibi oldukça hassas bir görev yapmasına rağmen bunun sorumluluğunun farkında olmayarak kendisine haksız menfaat sağlayan bu kişiye Allah Resûlü öfkelenerek şöyle buyurmuştu: “(Bu adam bir zekât memuru olmayıp) babasının veya anasının evinde otursaydı, kendisine hediye verilir mi, verilmez mi bir baksaydı ya! Nefsimi kudret elinde tutan Allah'a yemin ederim ki sizden biriniz ondan bir şey alırsa kıyamet gününde boynunda böğüren bir deve, ya bağıran bir sığır veya meleyen bir koyunla gelecektir...”

Böylece, devlet görevlilerine yaptıkları görev dolayısıyla verilen hediyeleri de ğulûl olarak nitelendiren Allah Resûlü, ashâbını bu tür haksız kazançtan sakındırmıştır.

Ayrıca kamunun mülkü durumunda olan mallarda bütün toplumun hakkı söz konusudur ve başkalarının hakkı İslâm'da “kul hakkı”olarak tanımlanıp bunun gasbedilmesi şiddetle yasaklanmıştır. Sevgili Peygamberimiz, bu ağır yükten insanları sakındırmak amacıyla, “Kimse hakkı olmayan bir karış yeri bile almasın! (Alırsa) Allah, kıyamet gününde yedi kat yeri onun boynuna dolar.” ve “Sizden kimi bir işte görevlendirirsek ve o da bizden iğne (miktarı) ya da daha büyük bir şeyi gizlerse bu bir ihanet olur ve kıyamet günü onu (kendi elleriyle) getirir.” buyurmuştur.

Ashâbından özellikle yöneticilik veya zekât memurluğu gibi devlet görevinde olanları zimmetlerine haksız mal geçirmemeleri ve kamu malını suistimal etmemeleri konusunda uyaran Hz. Peygamber, Yemen'e vali olarak tayin ettiği Muâz b. Cebel yola çıktığı sırada peşinden bir haberci yollayarak Muâz'ı geri çağırmış ve ona şöyle buyurmuştur:

“Sana niçin haberci gönderdiğimi biliyor musun? Benim iznim olmadan bir şeyi alma! Zira bu ihanettir. Kim de (kamu malına) ihanet ederse kıyamet günü ihanet ettiği şey ile birlikte gelir. Seni işte bunun için geri çağırdım. Şimdi görevine gidebilirsin.”

İslâm'ın değerlerinin üzerine bina edildiği “hak” kavramı, “kul hakkı (hukûku'l-ibâd)” ve “Allah hakkı (hukûkullâh)” olarak sınıflandırılmış ve kamu hakkı, hukûkullâh kapsamında değerlendirilmiştir. Kamu yarar ve düzeninin gerçekleşmesi, toplumun huzurlu ve düzenli bir hayata sahip olması bu haklara riayeti gerektirir.

Toplumun her ferdinin üzerinde hak sahibi olduğu kamu malları, topluma ait mekânlar, araç ve gereçler, gelirler, doğal kaynaklar gibi oldukça geniş bir alana sahiptir ve tüm bunların titizlikle korunması gerekir. Ancak toplum, ahlâkî değerlere duyarsızlaştığında, insanlar helâl haram dengesine dikkat etmediklerinde ve hak kavramı önemini yitirdiğinde kamu malına hıyanet kaçınılmaz hâle gelmektedir. Pek çok çeşidiyle yolsuzluk çoğalmakta, devletin malını yemek doğal sayılmakta, hatta buna dikkat edenler hor görülerek kınanmaktadırlar.

Kamu malından kaçırılan her şey ganimet olarak algılanmakta ve su, elektrik, vergi gibi her türlü kaçakçılık mubah görülmektedir. Kimi zaman kamu malına en çok hassasiyet göstermesi gereken devlet görevlileri halkın hizmetinde olduklarını unutarak küçük menfaatler uğruna emek ve alın terini hiçe saymakta, toplumdaki yetimin hakkını gasp edebilmektedir.

Görevlilerin bulundukları makamı istismar etmek suretiyle devlet imkânlarını şahısları adına kullanmaları, hak edilmeyen maaşlar, kamu malında yapılan israflar günümüzde en çok karşılaşılan durumlar arasındadır. Kamu malına hıyanet eden kişi, ucuz çıkarlar sağlarken, insanî ve ahlâkî değerlerini kaybetmektedir. Böyle bir toplumda ise ne kamu hizmeti lâyıkıyla gerçekleşir ne de insanlar birbirlerine güvenerek huzurlu bir hayata sahip olurlar.

Oysa kamu malı emanettir ve bu emanete hıyanet etmek, kişiyi hem dünyada hem de âhirette ağır bir vebal altına sokmaktadır. İslâm ise insanın boynuna yüklenen bu ağır vebalin onu dünyada ve âhirette zor durumda bırakacağı konusunda uyarmaktadır. Allah Teâlâ, kullarını helâl ve temiz olan rızıklara yönlendirip onlara mallarını haksız sebeplerle ve haram yollarla

yememeleri uyarısı yaparken, Resûlullah da ümmetine rızık konusunda mutedil olup yasak yollara başvurmamaları konusunda şöyle seslenmektedir:

“Ey insanlar! Allah'tan (hakkıyla) sakının ve rızkınızı güzel yoldan isteyin. Hiç kimse (Allah'ın kendisine takdir ettiği) rızkı —geç de olsa— elde etmeden ölmeyecektir. Öyleyse Allah'tan (hakkıyla) sakının ve rızkınızı güzel yoldan isteyin. Helâl olanı alın, haramdan sakının!