Toplum açısından son derece önemli olan camiler  ve din görevlilerinin toplumdaki yeri ve önemine dikkat çekmek, onların gerçek işlevini ortaya koymak, sıkıntılarını dile getirmek ve çözüm önerileri sunmak, camilerin daha işlevsel hale gelmesini sağlamak gibi ihtiyaçlar  “Camiler ve Din Görevlileri” haftasının kutlanmasına zemin hazırlamıştır. Toplumsal bir ihtiyaçtan doğan Camiler ve Din Görevlileri Haftası 1986 yılından beri 1-7 Ekim tarihlerinde kutlanmaktadır. Bu yıl “Peygamber, İman ve İstikamet” teması ile kutlanmaktadır. Hafta boyunca Diyanet İşleri Başkanlığımızca tüm müftülüklerde çeşitli etkinliklerle cami ve din görevlilerinin önemine vurgu yapılmaktadır. Bu vesileyle camilerin anlam ve önemine binaen ‘Cami ve Kadın’ konusu dikkatleri çekmektedir.

 Cenâb-ı Hak insanoğlunu, erkek ve kadın diye iki ayrı cins olarak yaratmış ve birbirlerini tamamlasınlar diye âdeta bir bütünün iki eşit parçası kılmıştır. İnsan neslinin sonsuza değin devamı Allah’ın bir emri ve hikmeti olmak üzere bu ikilinin izdivacı ile mümkün olacaktır. Yüce yaratıcı her iki cinse aynı özellikte duygular ihsan etmiştir. Her ikisini değerli kılmış; birbirine muhabbet ve ülfet etmelerini lütfetmiş, dilimizde kullandığımız en güzel kelimelerden biri ile ifade edecek olursak birbirine “eş” eylemiştir. Kur’an-ı Kerim, inanan erkekler (müminûn) ve inanan kadınları (müminât), Allah’a teslim olmuş erkekler (müslimûn) ve Allah’a teslim olmuş kadınları (müslimât) övülecek niteliklerini anarak, sayarak birlikte zikreder (Ahzâb, 33/35). Dolayısıyla sadece cinsiyet farkları sebebiyle birini diğerine üstün tutmaz. Üstünlüğün, insanın kendi elinde olan, çalışıp çabalamak, Allah’a karşı sorumluluklarını en iyi şekilde yerine getirmek, nitelikli Müslüman olmak ve üstün ahlaki vasıfları kendisinde bulundurmakla elde edilebileceğini ve bunun Kur’an kavramı olarak nihai adının “takva” olduğunu bize beyan buyurur. Dolayısıyla takva, erkek ve kadın hepimizin yarışabileceğimiz ve en üstün mertebesine ulaşma imkânına sahip olduğumuz bir alandır. Kadın ve erkek Allah’ın emri olan tüm ibadetlerde neredeyse müşterektir. Bazı ibadetler açısından (Cuma namazı gibi) küçük farklılıklar olsa bile, birine farz olan diğerine de farz, vacip olan diğerine de vacip, sünnet olan diğer cinse de sünnettir. İslam toplumunda vazife ve sorumluluklarda biyolojik ve psikolojik unsurların önemle dikkate alındığını da göz ardı etmemek gerekir. Bu durum, Allah Teâlâ’nın erkek ve kadını farklı özelliklerle donatmış olarak yaratışına son derece mutabıktır.

Peygamber Efendimiz, Allah’tan aldığı ilahi çağrıyı, erkek kadın ümmetin tüm fertlerine tebliğ etmiş, ulaştırmıştır. İlahi mesaja uyup kendisine iman eden ve ilk Müslüman olanın bir kadın oluşunu daima hatırlamış, eşlerine ve ashabına da hatırlatmıştır. Peygamberimiz, erkek sahabeler ile kendi konumları ve görevleri ölçeğinde ilgilendiği kadar aynı ölçüler içinde sahabe hanımlar ile de ilgilenmiştir. İslam toplumlarında sahabe erkekler gibi sahabe hanımların adları da saygıyla anılıp muhafaza edilmiş ve onların hayat hikâyeleri de birinciler kadar değerli bulunup korunmuştur. Sahabe hayatını konu alan tüm eserlerde, sahabe erkeklerle birlikte sahabe hanımlara da yer verildiğini görürüz. Bu durum, ümmetin eğitim ve öğretimi, örnek alacağı ideal kişilik ve kimlikler açısından büyük önem arz eder. Nitekim bunun tezahürlerini her asırda her coğrafyada müşahede etmek mümkündür.

 Medine-i Münevvere’de Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’in kurduğu ilk mescid (Mescidü’n-Nebî) ibadet merkezi, ilim merkezi, eğitim ve öğretim merkezi olmanın yanında, toplumla ilgili her türlü çalışmanın ve faaliyetin merkezi olma özelliğini de taşımakta idi. Bütün bu özellikler mescide sahabe hanımların gelip gitmesine de imkân vermekteydi. Aynı zamanda sahabe  hanımların gelip gitmesine de imkân vermekteydi. Aynı zamanda sahabe hanımlar bu sosyal ilişkiler sebebiyle Medine’deki Müslüman kardeşlerinin meseleleri ve ihtiyaçları ile ilgilenme imkânına da sahip olabiliyordu. Onların, Resûl-i Ekrem’in mescidinde vakit namazlarını kıldıklarını, birçok sahih rivayet ve bilgiden hareketle yakinen bilmekteyiz. Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.s.), mescitte namaz kılan erkek, kadın ve çocukların saf düzeninin nasıl olacağını onlara öğretmiştir ve bu konudaki sahih bilgileri başta hadis eserlerimiz ve onlardaki rivayetlerden hareketle fıkıh kitaplarımız konuya yeterli miktarda ve açıklayıcı mahiyette yer vermiştir. Bugün genel anlamda camilerimizdeki erkek-kadın saf düzeni ve mekân ayarlamasının kökeni bu bilgilere dayanır. Tıpkı erkek sahabiler gibi hanım sahabiler de Mescidü’n-Nebî’de Kur’an dinleyip öğrenmiş, ilim halkalarına şahit olup faydalanmış, orada yapılan vaaz ve nasihatlerden haberdar ve hissedar olmuşlardır. Bu sayede erkek sahabiler gibi hanım sahabiler de kendilerinden sonraki nesillere örneklik etmiştir.

 Sahabe hanımları Mescidü’n-Nebî’deki birliktelikleri sayesinde birbirleriyle daha yakından tanışıp kaynaşmış, aralarındaki dostluklar, sevgi bağları, müşterek ideale sahip oluş, bilgiyi paylaşma, maddi manevi yardımlaşma duyguları güç ve kuvvet kazanmış ve bu sayede karşımıza hanımlar açısından da bir “örnek nesil” çıkabilmiştir. Bütün bu oluşların ilk ve belki yegâne müteharrik güç merkezinin Mescidu’n-Nebî olduğunu söylememiz mübalağalı sayılmaz.

 Peygamber  Efendimiz (s.a.s.), erkek sahabilerin sorularını cevaplandırma, bilmedikleri konularda kendilerini eğitme, varsa problemlerine çözüm arama maksadıyla haftanın belirli bir gününü onlara ayırmak suretiyle kendi mescidinde birlikte olmayı kararlaştırmıştı. Esasen erkeklerin buradaki eğitim ve öğretimden elde ettikleri bilgileri aileleri ile paylaşmalarını da tavsiye etmekteydi. Fakat sahabe hanımlar bununla yetinmeyerek Peygamber Efendimize, aralarından seçtikleri elçileri gönderip kendileri için de belirli bir gün ayırmasını ve doğrudan kendisinden öğrenmeyi, sorularını kendisine yöneltmeyi istediler. Esasen “bir muallim olarak gönderildiğini” ifade eden Peygamberimiz (s.a.s.), bu isteğe olumlu cevap vererek, onlar için de ayrı bir gün ayırdı ve o günde sadece sahabe hanımlar ile ilgilendi; öğrenmek istediklerini ve kendisinin öğretmek istediklerini onlara doğrudan öğretti, sorularını cevaplandırdı, meselelerine çözüm yolları gösterdi. Sahabe hanımlar, belki hayâ ve edep duygularının engel olması sebebiyle doğrudan peygambere soramadıkları birtakım soruları müminlerin anneleri olan peygamber eşleri aracılığıyla ona yönelttiler ve cevaplarını kendisinden aldılar. Böylece ilmin, bilginin yayılması ve bunun yanında ahlâk ve edebin, bugünkü ifadeyle dillendirecek olursak İslami kültürün hayat tarzı hâline gelmesinde erkek-kadın tüm sahabilerin hizmeti ve himmeti oldu. Hadis kitaplarımızda Peygamberimize sorulan sorular ve onun verdiği cevaplar önemli bir yekûn teşkil eder. Bütün bu etkinliklerin merkezini de yine Mescidü’n-Nebî’nin teşkil ettiğini belirtmek gerekir.

 Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’in bizim için son derece önemli ve dikkat çekici olan bir tavrı da, mescide gelmek isteyen hanımlarına mani olmak isteyen erkek sahabileri uyarması ve onları böyle bir davranıştan menetmesi, sahabe hanımların camiye gelmesine engel olmamalarını emretmesidir. Peygamberimizin bu emir ve tavsiyelerinin fazileti sebebiyle sadece Mescidü’n-Nebî ile sınırlı olduğunu söylemek hiçbir şekilde isabetli sayılmaz. Zira sahabe hanımların o gün için Medine’nin içinde veya kenar mahallerinde bulunan başka mescitlere gittikleri de sabittir. Nitekim kıblenin değişmesi ile ilgili rivayetlerde, Kuba mescidinde sabah namazı kılan sahabilere o gece gelen vahiy sonucu kıblenin Kabe ciheti olduğu haber verilince, yönü Şam cihetine doğru olan cemaat tam aksi istikamete yönelmiş, o anda camide bulunan sahabi hanımlardan Süveyle binti Eslem olayı naklederken: “Kadınlar erkeklerin yerine, erkekler de kadınların yerine geçtiler; geri kalan rekatı Beytü’l-harem (Kabe) istikametine doğru kıldık” demiştir (İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, Mısır. ts. II, 52). Görüldüğü gibi sabah namazında bile Kuba mescidinde erkeklerle birlikte kadınlar da namaz kılmakta idi. Buhârî ve Müslim’in Sahih’leri başta olmak üzere hadis kitaplarımızın hemen tamamında “kadınların mescide gitmeleri” ile ilgili müstakil bölümlere yer verilir. Müminlerin annesi Hz. Aişe, mümine hanımların başlarını ve bedenlerini örtmüş olarak Resûl-i Ekrem ile birlikte sabah namazı kıldıklarını ve namazdan sonra henüz ortalık ağarmamış iken evlerine döndüklerini, dönerken de onları kimsenin tanıyamadığını rivayet eder (Buhârî, Mevâkîtü’s-salât 27). Hz. Aişe ve başka sahabilerden gelen rivayetlerde, yatsı namazı başta olmak üzere diğer vakitlerde kadınların Mescidü’n-Neb’i’de namaza iştirakleri ile ilgili rivayetler, hadis kitaplarımızın ilgili bahislerinde yer alır. Bunların her birini ayrı ayrı naklederek sözü uzatmak yerine, işin aslına taalluk eden bilgilerin kaynağının bu sahih rivayetler olduğunu belirtmekle yetinmek istiyoruz. Ancak konunun çeşitli boyutlarına açıklık getirmek ve hükme medar olan rivayetlerin bir kısmına işaret etmek de isabetli olacaktır.

 Abdullah b. Ömer, Resûl-i Ekrem’in şöyle buyurduğunu bize nakleder: “Hanımlarınız gece namazı için mescide gitmek üzere sizden izin istediklerinde kendilerine izin veriniz”. (Buhârî, Ezan 162; Cum’a 13; Müslim, Salât 137, 139) Gece namazı tabiri, sadece teheccüd namazı için kullanılan bir tabir olmayıp, hatta bundan daha çok sabah ve yatsı namazları için de kullanılmaktadır. Çünkü bu namazların vakti, gecenin iki ucuna rastlamaktadır. Hz. Ömer, sahabe hanımlarının sabah ve yatsı namazına mescide gelmelerini hoş görmüyor, hatta onlara kızıyordu. Fakat kendi hanımı sabah ve yatsı namazını mescitte cemaatle birlikte kılıyordu. Kendisine, kocasının nasıl engel olmadığı sorulduğunda, Ömer’in benim camiye gelmeme engel olmasını önleyen Resûlullah’ın şu sözüdür: “Allah’ın kadın kullarını Allah’ın mescitlerine gitmekten alıkoymayınız”. Bir rivayette: “Hanımlarınız sizden mescitlere gitmek için izin istediklerinde, onların mescitlere gitmelerine engel olmayınız” cevabını vermiştir. (Buhârî, Ezan 166; Müslim, Salât 134-135, 137, 140) Hatta ayrıntısını çok önemsememiz gereken bir rivayette Peygamberimiz (s.a.s.): “Kadınlar sizden izin istediklerinde onları mescitlerdeki nasiplerinden (huzûz) alıkoymayınız” buyurmuşlardır (Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 90, 140, 156). Demek ki, mescitlerde ibadet, taat, ilim, eğitim, öğretim, sosyalleşme vb. hem erkek hem kadın için mescit ve camilerden elde edilebilecek birer nasiptir; bunlara engel olunması da vebali mucip olup, caiz değildir. Hz. Ömer’in oğlu Abdullah, bir gün aralarında sahabe ve tâbiinden kimselerin de bulunduğu topluluk içinde Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’in kadınları mescitlere gitmekten menetmenin caiz olmadığı, onların da mescitlerden nasiplerini almaları gerektiği yönünde bizzat Allah Elçisi’nden işittiği sözleri nakletmişti. Orada bulunanlardan biri olan Bilal İbni Abdullah: “Allah’a yemin ederim ki biz onları elbette menederiz” diye karşı çıktı. Bunun üzerine Abdullah İbni Ömer, o güne kadar kendisinden asla işitilmediği kadar sert ve kınayıcı sözlerle Bilal’e âdeta hakaret edip: “Ben sana Resûlullah (s.a.s.)’ın sözünü haber veriyorum; sen ise vallahi menederiz diyorsun”. Böylece o, Allah Resûlünün sözünün ve hükmünün olduğu bir konuda başka söz ve hükmün olamayacağının dersini vermek istemişti (Müslim, a.g. kitap ve hadisleri). Bu rivayetleri çoğaltmak mümkündür. Bunlardan anlamamız gereken gerçek ve çıkarmamız gereken ders, Allah’ın son elçisi Resûl-i Ekrem Efendimiz (s.a.s.)’in hanımların mescide gitmelerine, orada ibadetlerini yapmalarına, eğitim ve öğretimlerini almalarına, meşru sosyal etkinliklere katılmalarına engel olmadığı, tam aksine bunların önünü açtığı, engel olmak isteyenlere de müsaade etmediği hakikatini görmemiz gerektiğidir. Bütün bunlardan sonra, İslam toplumlarında bu yöndeki engellemelerin dinden kaynaklandığını söylemek kabul edilemez. Müslümanlara düşen görev, hanımların camilere gelmelerine, girmelerine, orada dinin kuralları içinde bulunmalarına engel teşkil edecek yapılanmalar varsa bunları ortadan kaldırıp, ümmetin erkekleri yanında hanımlara da mescit ve camilerden en iyi şekilde yararlanma imkânını sağlamak olmalıdır.

 Medine mescidinde sahabe hanımların sadece farz namazlar değil, nafile namaz kıldıklarını da görmekteyiz. Enes b. Mâlik, Resûl-i Ekrem Efendimiz (s.a.s.)’in bir keresinde Mescidu’n-Nebî’ye girdiğinde iki direk arasına bir ip gerildiğini görünce “Bu ip nedir?” diye sorduğunu, ashabın: “Bu ip Zeynep validemizindir; yorulup takatsız düşünce ona tutunur” dediklerini, bunun üzerine Peygamberimizin: “Hayır, onu çözünüz. Sizden biriniz kendisini zinde hissettiğinde –nafile- namaz kılsın; yorgun düşüp gevşeklik hissedince de otursun” buyurduğunu bize haber verir (Buhârî, Teheccüd 18; Nesâî, Kıyâmü’l-leyl 17). Bazı hadis şârihleri ve fakihler, bu hadisten hareketle, mescitte sadece erkeklerin değil kadınların da sünnet ve nafile namaz kılmalarının caiz olduğu hükmünü çıkarmışlardır.

 Urve İbni Zübeyr, Hz. Ömer’in -Ramazan ayında- teravih namazı kılmak üzere erkek kadın tüm insanları mescide topladığını, Übey İbni Ka’b’ın erkeklere, Temîm ed-Dârî’nin de kadınlara namaz kıldırdığını haber verir (İbni Hacer, Fethu’l-Bârî, V, 56). Mescidü’n-Nebî’de kadınların ayrı bir cemaat hâlinde sünnet/nafile namaz kıldıkları sabittir. Aynı şekilde Hz. Ali de erkeklere ayrı kadınlara ayrı bir imam tayin etmişti. Bütün bu rivayetler Hz. Peygamber (s.a.s.)’in âlem-i bekâya intikalinden sonra da hulefa-i râşidînin mümin kadınların camiye ve cemaate devamını sağladıklarını göstermektedir.

Günümüzde kadınların camiye devamı ve cemaate iştiraki, zaman zaman birtakım çevrelerde münakaşa konusu olmaktadır. Bizim Resûl-i Ekrem Efendimiz (s.a.s.)’in sağlığında ve ondan sonraki dört halife döneminde sahabe hanımların cami ve cemaatle ilgi ve ilişkilerine yönelik bazı rivayetleri zikretmemiz ve onlardan hareketle çeşitli zaman dilimlerinde fakihlerin hüküm sadedinde söylediklerine kısaca işaret etmemizin sebebi, günümüze ışık tutucu özellikler taşımaları sebebiyledir. Bu yazımızda ilgili rivayetlerin ve değişik hükümlerin çok az bir bölümüne işaret edebildiğimizi ifade etmekle yetinmek istiyoruz. Ancak bu kadarının bile günümüze ışık tutmaya ve yolumuzu aydınlatmaya yeteceği kanaatinde olduğumuzu da ilave etmeliyiz.

GÜNÜN AYET-İ KERİMESİ

“Allah’ın mescitlerini ancak Allah’a ve ahiret gününe inanan, namazı dosdoğru kılan , zekatı veren ve sadece Allah’tan korkan kimseler gerçek manada imar edebilir. Doğru yola ermiş olmaları umulanlar işte bunlardır.” (Tevbe suresi, 18. ayet)

GÜNÜN HADİS-İ ŞERİFİ

“Kadınlarınızı mescitlerden alıkoymayınız.” (Buhari, Nikah, 116)

KAYNAK: DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIĞI YAYINLARI

HAZIRLAYAN: ÜMMÜHAN BAYRAKÇI-BİLECİK İL MÜFTÜLÜĞÜ-İL VAİZİ