Sayılı günler kaldı bitmesine. 11 Ayın sultanı yine geldi, yine gidiyor.
Bir dahakine kim öle kim kala bilemeyiz, dostları ramazan üzerinden biraz tatlandıralım istedik.
Az bir az anılarla, bir az günümüzle, bir az yapılanlarla, biraz da fıkralarla. Çocukluğumdan aklımda kaldığıyla oruç tutar ve satardık.
Önce büyüklerimizden özenir oruç tutmak için sahura kaldırmalarını ister, kalkardık ta. Sabah olduğunda, büyüklere satardık.
Onlar da sırf oruç tutmaya heveslendirmek için, alırlardı çocuk aklımızla sattığımız oruçları.
Hani şu “nerede o eski günler” sözü vardır ya. Ramazan daha bir özeldi sanki eskiden.
En güzel diyemesem de en özel sofralardı kurulan ve ailecek birlikte olunan. Yenilen yemekler ardından sohbetlerin en güzeli olduğunu düşündüğüm dost veya aile meclisleri.
Yaş bir yere vardı, yeni nesil belki duydu belki bi haber, televizyonların olmadığı, radyoların egemenliğinde ve en çokta nüktedan sohbetlerin yenilip, içildiği geçmişten söz ediyorum. Anılarınızı sizde şöyle bir yoklayın. Örneğin ben bu kadar toplu iftar verildiğini daha doğrusu iftarların bu kadar afişe edildiğini hatırlamıyorum. Açın yerel gazeteleri bi’ bakın sayfa sayfa iftar haberleri. Katılanlara bakıyorum, genelde aynı insanlar. (Belediyemizin yaptığı mahalle iftarlarını ayrı tutuyorum).
Çocuktuk özenirdik, büyüklerde oruca heveslendirmek için alırlardı orucumuzu dedik ya, gazetelerde sayfa sayfa toplu oruç haberleri de oruca özendirmek için galiba. Ancak toplu oruca katılım hep aynı zatları sayfalara yansıtınca, dedik ya biz nüktedan sohbetlerle geçirdik çocukluğu diye. Aklıma fıkra geliveriyor.
Bir zat Ramazan’da hiç evine gelmez, boyuna davetli davetsiz iftarlara gidermiş. Bir akşam birisi evine gelerek:
“Bu akşam sizin efendiyi filan yerde iftara davet ediyoruz, buyursunlar”, deyince, Evin hanımı: “Ramazan neredeyse bitecek, efendiyi gören yok. Siz görebilirseniz söyleyin. Bir gece de kendi evinde iftara buyursun” deyiverir.
(Elbet söz bizim meclislerden dışarı)
Çocuk olmak ister insan her zaman... Büyüklerin elini öpmeyi, şeker toplamayı, harçlık almayı bayramlık kıyafetlerimizi veya bayramlık alınan ayakkabının yastığın dibinde sabahı bizimle sabah etmesini hangimiz özlemedi ki... Özlediklerimizi bize getiren elbet Ramazan… Dedik ya “ama” diye. Eskiden toplu ramazan yemeklerinde, iftar ziyaretlerinden artan yemekleri, yemek masasına hizmet eden çocuklar yermiş. Yani artan yemekler onların hakkı.
Bir iftar yemeğinde çorba içildikten sonra hoca cemaate seslenir:
“Çorbayı arttırmayın israf haramdır. Yemeği bitirmek sünnet”
Böylece çorba tamamen biter.
Sıra sebze yemeğine gelir, hoca yine seslenir:
“Arttırmayın sünnettir” der yemek biter.
Sıra pilava gelir, tatlıya gelir.
Hoca: “Sünnettir”, diyerek, her şeyi cemaate yedirir ve hizmet yapan çocuklar aç kalırlar. Yemekten sonra hocanın ellerini yıkaması için su döken çocuklarla hoca şakalaşmak ister:
“Balam sizin adınız ne”.
“ Farz hoca efendi”.
“Balam hiç farzdan ad olur mu?”
“Olur ya, sünnet diyelim de bizi de cemaate yediresin öylemi ?”…
Ramazan dedik eskiler dedik. Hâlâ aynımıdır? bilemem. Falanca köy veya filanca mahallede hoca yoksa ithal hoca bulunurdu. Ramazan boyunca hocalık etsin, vaaz versin, teravihleri kıldırsın diye. Hele köy yerlerinde iyice itibar edilirdi görevli ramazan misafirlerine.
Nasreddin Hoca, Ramazan ayı boyunca vaazlar etmek, namazları, teravihleri kıldırmak üzere evine uzak bir köyde işe başlamış. Hoca’ya köyde bir oda tahsis etmişler. Görevi kısa süreli olduğundan Hoca ailesini getirmemiş, odasında tek başına kalıyormuş. Köyde vaaz ederken bir ara Hz. İsa’nın göğe çekildiğinden söz etmiş.
Camiden çıkınca yaşlı bir kadın yanına yaklaşıp : “Hoca efendi, Hz. İsa göğe çekildi dedin, ama orada ne yiyip ne içtiğini anlatmadın!”
Hoca:
“Bre kadın, günlerdir bu köyün misafiriyim. Bir gün olsun misafirimiz ne yer ne içer demediniz de, gökte misafir edilen Peygamberin ne yiyip ne içtiğini soruyorsun”…

Elbet niyet önemli. Hele sağlığınız yerinde ve ramazanda oruç tutmak farz diye düşünüyorsanız oruç’a niyet önemli. Elbette ramazan ve oruç diyince de fıkralar Bektaşisiz olmaz.
Bektaşi'ye, sahurda sorarlar:
– Oruca nasıl niyet etmeli?
Bektaşi, tıka basa yedikten sonra cevap verir:
– Dayanırsam tutarım, dayanamazsam yutarım diye niyet edip ağzını çalkalamalı.

Bektaşisiz ramazan fıkrası olmaz dedik ya. Aslında Erzurumlu olmadan da, ramazan olmaz.
Bir gün Erzurum kahvelerinden birinde insanlar iftar vaktinin gelmesini beklerken o anda içeriye biri hızla ve şiddetle girmiş:
”Abi çabuk goşu gelin bi tenesi orucuni basır cigara içirdi gözümün ögünde kahveden biri cevap verir”
“Ola tamam bi dur neye fenikisen ambu çayımi içim gelirem.”

Hicri takvim, kullandığımız takvime göre her yıl 10 gün öne gelmesi üzerinden tüm ayları, seneler içinde 11 ayın sultanı yapıyor. Her ay, ramazanla şereflenmiş oluyor.
İşte yine böyle yılları ve ramazanları birlikte geçirmiş olan bir hanımla beyi konuşuyorlarmış.
Bey, hanımına:
“Hanım, bunca senedir oruç tutuyoruz. Acaba Ramazan-ı Şerif’i hiç memnun edebildik mi?”
Hanım:
“A efendi! Düşündüğün şeye bak, o mübarek hiç memnun olmasaydı, her sene 10 gün önceden gelir miydi?”

Pazar günü bu yılın ramazanının son günü ve sonrası bayram…
Bizde alışkanlık oldu bayramları yazı üzerinden dostlarla ve fıkralarla paylaşmak inşallah bu bayram öncesinde de aynı işi yapabiliriz.
İstedik ki Ramazanda da biraz hoşbeş edelim. Sizleri biraz güldürelim.
Yaşamınıza, ramazanınıza, orucunuza, keyfinize su katılmaması dileğiyle.
Bektaşi’nin birini ramazanda içki içtiği için yaka paça kadıya götürürler.
Çakırkeyif Bektaşi'yi görür görmez kadı:
“Behey kâfir! Bu yaşta hala içiyorsun bu zıkkımı. Utanmıyor musun? Bilmiyor musun haram olduğunu?”
“Sırtınızdaki ipek kaftan da haramdır..." diye karşılık verir Bektaşi.
Kadı: “ Bunun içine pamuk katarlar.”
Bektaşi: ” Dünyada doğru adam mı kaldı, şaraba da yarı yarıya su katıyorlar”…

Biraz düşündürüp az biraz da güldürebildiysek ne ala.
Sürç-ü Lisan ettiysek af ola…
Eğrisiyle, doğrusuyla... Günahıyla, sevabıyla... Zenginine fakirine... Hoş geldin ramazan...
Hoşça ve Dostça Kalınız.
Saygılarımla…