Tarihçilerden özür, Teşanüş eyleyelim.

Askerliğin bedel karşısında yapılması ile ilgili yasa çıkarıldı. Parayla tezkere hayırlı olsun.
Yeni mi? Elbet değil. Daha öncede yasamanın “tamam” demesiyle paralı tezkere uygulandı.
Bu defaki biraz farklı oldu.
Aslında milletçe alışık olduğumuz bir durum.
Bizim siyasiler “Gündemimizde yok, zam yok, değişiklik yok” diyince bizler anlarız ki;
Yine başımıza gelecek var. Zam yolda. Değişiklik yolda. O yolda, bu yolda.
Son yasalaşan bedelli askerlikte de böyle oldu.
Bakanlar, bakmayanlar, Başbakan, Genel Kurmay gündemimizde “yok” dedi.
Hatta Hükümet sözcüsü Sayın Arınç “Asker uygulamaya karşı” dedi.
‘Amma velâkin’ ve dahi ‘malumunuz vecile’ sırf askeri vesayet altında olmadığımızı göstermek için bizim siyasiler yasayı geçirdi.
Daha önce 30.000 TL. Ödeyenler vardı, şimdi 18.000 TL.
Anlayacağınız her şeyin fiyatı artarken askerliğin fiyatı düştü.
Sonra ne oldu.
Bu arada Kandil, PKK, İmralı, Yol haritası derlerken zat_ı muhteremlerden biri görüşürken Özerklik konusunu da konuştuk demesin mi?
Üstüne birde Af konuşuldu, Apo’yu da çıkarırlar, çıkarmazlar. Şimdi erken, sonra belki dendi.
Hayda, bölünüyozmu, ne iş filan diye muhabbet edemeden…
Dedelerimizin Mezar taşlarını okuyamadığımızı söylediler.
Hoppala falan değil. Acayip ayıp bir durumda olduğumuzu açıkladılar. Okullarda ama zorunlu, ama seçmeli dedelerimizin mezar taşlarını okumamız için ders konacağını niyet karar şeklinde belirlediler.
Osmanlıca okuyup, yazamadığımızdan geliyordu başımıza gelen her musibet.
Bir kısmı zorunlu değil, isteyen dediyse de, Cumhurbaşkanımız mealen;
İster seve seve, ister öpe öpe ” Öğrenilecek” diyince ortalık karıştı.
Enflasyon, İşsizlik, Eğitim soruları, Sağlık, Gelişmişlik düzeyimizin yetersizliği, Kadınları dövme nedenimiz, Özerklik, Af, Parayla Tezkere ve daha ne varsa siz söyleyin, hepsinin sebebi Osmanlıca denilen dili bilmezlüğümüzden idu…
Oturup Osmanlıca muhabbetine başladık.
Akademisyenler okusun diyende vardı, zaten Sosyal Bilimler liseleri ve İmam Hatip liselerinde zorunlu okutuluyor diyende.
Ben Osmanlı değilim neyleyim dilini diyende vardı, Yükselmek ileri gitmek için elzemdir diyende.
Haydi, buyurun bizim ucuzlatılmış paralı tezkere muhabbeti gitti, özerklik konuşmaları gitti, yüzde 8 küsur enflasyon var ama biz işçiye, memura, emekliye yüzde 3 zam veriyor muhabbeti bitti, yerine geldi Osmanlıca muhabbeti
Kimi; Osmanlıca bir dil değildir, sebebi budur dedi.
Kimi; Geçmişini bilmeyen, aslını inkâr eden Haramzadedir.
Gündemler uçtu, yerine dedesinin mezar taşını okuyamayanlar kondu.

Hoş, İlber Ortaylı hoca konu üzerine:
“Ülkede kaç lise, kaç sınıf var ve Osmanlıca okutabilecek kaç adam var? Bana önce bunu söylesinler öyle konuşsunlar. Bu kadar Osmanlıca bilen adam tarihte yoktu. İmam hatiplilere Arapça bile öğretemiyorlar. Tüm öğrencilere Osmanlıcayı nasıl öğretecekler?” diye sordu.
MHP grup başkanvekili Sayın Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu:
"Cahil misiniz kardeşim, ben Osmanlıcayı bildiğim halde Mezar taşlarını okumakta zorlanıyorum. Farsça, Arapça gramer bilgisi olmadan bu iş olmaz kim yapacak bu işi" demez mi?
Bir başkası da “yav sistem Türkçeyi bile öğretemezken, hangi hazırlıkla, öğretmenle, alt yapıyla Osmanlıca öğreteceksiniz” deyiverdi.
Bana soracak olursanız.
Bu ülkede 50 yaş üzerinde olan herkes kendisine sorsun derim. Dedelerinin babaları, anneleri ve hatta dedeleri ve nineleri kısaca Osmanlı döneminde yaşayanlarından kaçı Osmanlıca denen üretilmiş dili yazıp, okuyup ve hatta konuşabiliyordu.
Öğrenilmeli mi? Bence evet.
Ancak unutulmaması gereken Osmanlıca dedikleri veya adını Osmanlıca koyduğumuz dilde Cumhuriyet döneminden çok önce bir Türkçeleşme çalışmaları, söylem ve istemleri olduğudur.
Bir Türk beyliği olan Karamanoğulları beyliğinde bunu görüyoruz.
Karamanoğlu Mehmet Bey Fermanında:
“Şimden girü hiç kimesne kapuda ve divanda ve mecalis ve seyranda Türki dilinden gayri dil söylemeye” demiş…
Dil 13. Yüzyıl dili ve bu gününe aktarırsak;
“Bugünden sonra hiç kimse sarayda, divanda, meclislerde ve seyranda (gezinti) Türk Dilinden başka dil kullanmaya”
Öncesi var mı?
Elbette var. Göktürk ve Uygur Devleti’nde. 8. Yüzyılda ilk yazılı metinlerimiz var. Kitabeler… Kitabelerde kullanılan Türkçe devlet dilidir, resmi dildir.
İçinden çekip alarak, Kitabelerde “ Her ne sözüm varsa burada taşa vurdum” seslenmesi, yazıları okuyup öğrenin şeklinde anlamlandırılırsa, o yüzyılda da Türkçenin okuma ve yazma dili olduğunu bize anlatmaz mı?
İslâmiyet’in kabulünden önce, “devlet dili” olarak kullanılan dilimiz, İslâmiyet’in kabulünden sonra kurulan Türk devletlerinde de devlet dili olma özelliğini sürdürmüş,
Osmanlıca diye adlandırılan dile adını veren Osman’ın kurduğu beyliğin Anadolu da Türk birliğinin kurulmasının da öncülerden olduğunu, o günlerde batıda kullanılan Türkçenin birliğini de sağlandığını ne yazık bize tarih derslerimizde öğretmediler.
Fatih Sultan Mehmet, Fetihten sonra hazırlattığı kanunları, Türkçe yazdırdığı gibi, hazırlanması sırasında da dil konusuna özellikle dikkat edilmesini istediği de ne yazık bize öğretilen Tarih içinde yoktu.
Bize öğretilen Tarih içeriğinde “Enderûn” mektebi vardı. Sarayın içinde bir okul olduğu, o günlerin yöneticilerinin, mimar, mühendis, müzikçilerinin bu okullarda yetiştirildiği de vardı. Olmayan bu okullarda dilin sadece Türkçe olduğu bütün derslerin Türkçe okutulduğu bilgisiydi.
Özetle Osmanlı devrinde de Türkçeye devlet dili olarak gereken önem verilmiştir.
Hani Bilecik için çok yatırımları ve ilgisi var denilen padişah vardır ya. Abdülhamid.
Yasa onun döneminde hazırlanmış ve şöyle denmişti:
“Teba-i Osmaniye’nin hidemat-ı devlette istihdam olunmak için devletin Lisan-ı resmîsi olan Türkçeyi bilmeleri şarttır.”
Meşruiyet dönemine bakacak olursak aynı yaklaşımı görebiliriz.
İlk meclis kabul ettiği kanun maddesiyle
Bence; Türkçenin günümüzde anlaşılan şekliyle “resmî dil” olması 1876 da kabul edilen bir tekrar düzenlemeydi
Kim olursa olsun, memur olacaksa Türkçe bilecek, hem okuyup hem yazacak yani.
Sonrasına bakın, Tanzimat dönemi ha keza aynı isteği içeriyor.
Dil tartışmaları, hatta yazı içeriğinde bile Arapça, Farsça içerikler ve oluşturulmuş dil Osmanlıcanın zorlukları konuşulmuş ve Türkçenin geliştirilmesi, kullanılması ve hatta Latin alfabesine geçme tartışmaları bile yapılmış.
Şimdi diyorlar ya Cumhuriyet bir gecede hepimizi okumaz yazmaz yaptı diye.
Anlasınlar ki Cumhuriyet bunu bir gecede yapmadı, kendinden 50 yıl önce şekillendirilmeye başlanan Kanun-ı Esasi ile kabul edilen dil tartışmalarına nokta koydu.
Ve 1921’de, 1924 Anayasasının hazırlanmasına kadar yürürlükte kalacak hazırlanan metinde en bu metnin 10. Maddesinde, “Kanun-ı Esasî’nin (1876 Anayasası) bu maddelerle çelişmeyen hükümleri tamamen yürürlüktedir.” Diyerek geçmiş doğruları onayladığını da imzalamıştı.
Cumhuriyetin ilânından sonra hazırlanan 1924 Anayasasında Türkçenin “resmî dil” olduğu açıkça belirtilmişti.
“Devletin resmî dili Türkçedir”
Yani dostlar kısaca bugün “bunların yüzünden dedelerimizin mezar taşını okuyamıyoruz “diyorlar ya…
Kabul etseler de etmeseler de aradıkları eğer suçlu ise suçlu Cumhuriyet değil Osman Bey’den bu yana Fatih’tir, Karamanoğlu Mehmet dir, Göktürkler dir, Abdülhamit Handır.
Kısaca dostlar dedeleridir, dedelerimizdir.
O zaman neden böyle yaklaşıyorlar;
Anayasamıza bakın şöyle der:
“Millî birlik ve bütünlüğün temel unsurlarından biri olarak Türk dilinin, eğitimin her kademesinde özellikleri bozulmadan ve aşırılığa kaçılmadan öğretilmesine önem verilir. Çağdaş eğitim ve bilim dili hâlinde zenginleşmesine çalışılır. Bu maksatla Millî Eğitim Bakanlığı'nca gereken tedbirler alınır.”
Bunların derdi Milli değildirdir de ondan böyle derler. Türk neymiş ki, dili ne ola diye düşünürler. Amaçları üzüm yemek değildir, her fırsatta Cumhuriyeti dövmektir de ondan.
Ben Osmanlıca denilen bence üretilmiş dilin öğretilmesine karşı değilim. Kim öğrenmek isterse açılı bulunan kurslara giderek öğrensin. Devlet desteklesin. Özel eğitimlerle öğretilsin ve hatta şimdiki gibi Sosyal Bilimler Liseleri, Üniversitelerin ilgili bölümlerinde zorunlu olsun.
Ya sonra…
Sonrası isteğe bağlı olsa da, zorla da olsa da Orta öğretimde belki de ileride yapmak isterler diye İlköğretimde de bu işi konuşmak bile abesle iştigaldir.
Maymuna bak, cambaza bak derken kafamızı çevirdiğimizde bize başka şeyleri itekleyeceklerinin veya gündemleri değiştirmenin yolundan başka bir şey değildir.
En başta dedik ya Tarihçilerden özür diye ve ekledik. Teşanüş eyleyelim diye.
Yaptığımız Teşanüş idi. Teşanüşle anlatmak istediğimi kısaca fıkraya verebilir idim ama…
Madem kısa yoldan anlatabiliyordur ne diye bize bunca yazı okuttun diye kızabilirsiniz.
Öyleyse sizlerden de özür…
Özetle ve fıkrayla…
Osmanlının son dönemlerinde, adamın biri, tanıdığı dul bir hanıma kapıdan uğrar ve
"Bu hafta sonu seni ziyaret edeceğim." der.
Kadın reddetmek ister ama nezaketinden ;
"Tühhh!" der. "biraz rahatsızım, keşke bir hafta sonra olsaydı."
Adam da; "Olsun” der “teşanüş ederiz."
Ama kadın "teşanüş" sözcüğünden hiçbir şey anlamaz. Mahallenin deneyimli bir hatununa gidip, sorar:
"Abla sen görmüş geçirmiş hanımsın, bu teşanüş ne ola ki"
Deneyimli hatun cevap verir;
"Kızım vallahi ben de anlamadım ama tecrübelerime dayanarak söylüyorum, herhalde bu işin içinde bir hinlik vardır, sen her ihtimale karşı müteyakkız (uyanık, tetikte olmak) ol, döte mukayyet (korumak) ol…"
Sevgili dostlar İktidar ve Bölücü Terör ne yapıyorlarsa kapalı kapılar ardında.
Bizimle ise Teşanüş eyliyorlar…
“Teşanüş”e karşı “Teyakkuz” halinde olmakta yarar var.