Konumuz kronik yorgunluk; ona eşlik eden bitkinlik, baş ağrıları, vücuda çöken ağırlık, isteksizlik, hareket edememe, kendini mutsuz hissetme, hayata dair anlamsızlık, hep bir yerlere çekip gitme ve yalnız kalma isteği… Çoğu insanda gözlemlediğim şeyler. İnsanı felç eden, bilhassa orta yaş üstü kişileri yerine mıhlayan, hayatı çekilmez kılan tüm bu şeyler neyin göstergesi? Sanırım gündelik hayatın içinde zevk vermeyen rutinler, işkenceye dönüşen iş süreci, katlanılamayan kimi insanlar, bazı özel sorunlar, kentin karmaşası, yoğun görüşme trafiği, sırasını bekleyen işler, yetiştirilemeyen projeler, işveren baskısı, yarına dair kaygılar, bedenimizin gevşemesine, dinlenmesine, kendini toparlamasına bir türlü izin vermiyor. 1980’li yıllardı galiba; bir TRT ekibi Kafkaslar’da belgesel çekerken yöre insanına stresli olup olmadıklarını sormuştu. Dağ başında, bilmem kaç rakımda, sessiz ve temiz bir havada yaşayan, doğal ve organik beslenen bu yöre insanı stresin ne olduğunu bir türlü algılayamamıştı. Artık en kolay reçete oldu, teşhis konulamayan rahatsızlıkları stres diye etiketlemek. Tam da bu stres üreten fabrika misali kent hayatında kurtuluş reçetesi olarak yazılan “kişisel gelişim” kitapları, spiritüel inançlar, “tenha kıyı kasabası” retoriği, dağ başı masalı ve de “yalnız kalma” miti, bu stres denilen şeyi bir parça gidermekten başka bir şeye yaramadı. İşte dans kursudur, fitness salonu, pilates, yüzme, oyun partisi, arkadaş muhabbeti, resim, o, bu, çeşit çeşit hobi, rutin ve yeni alışkanlık derken birçoğumuz geçici rahatlamalar yaşadık, yaşıyoruz; ancak bu bizde kronik uykusuzluk, bitkinlik ve bezginlik yaratan maddi sorunlar olduğu yerde durduğu sürece, bedenimiz nereye göç ederse etsin, hep aynı şeyleri yaşıyoruz. Sanki hayatın tadını alamıyoruz gibi. İyi de böyle, bu şekilde daha nereye kadar gidilebilir ki?

***

Mücadele iyi hissettirir çünkü bir sorunu ya çözersiniz ya da çözemezsiniz. Çözmek için hareketlendiğinizde, “kendiniz olursunuz”. Kanımca asıl sorun bu; bizi araçsallaştıran iş, rutin, işveren, para, geçim, beton, trafik ve kabalıklara karşı çıkıp hesap sorduğumuzda, statükoyu kabul etmediğimizde kendimizi iyi hissederiz. Yorgun hissediyoruz çünkü bizi yoran bir şeyler var. Bitmeyen iş yorar; yetiştirilemeyen program, yaratıcı olmayan aynı rutinler, çekilmez patron, yenilik üretmeyen bir şey, gerilim yaratan çevre, kalitesiz yiyecek, dar mekan, sıkıcı iş, sonuçsuz eylem mutlaka yorar. Bütün bunları çözemediğimizde çeşitli fetişlerden yardım bekleriz: Kilit bir insan, para, kısa bir yolculuk, kaliteli bir yemek, bir elbise, iyi bir kitap… Bizi kısa dönem de olsa iyi hissettiren, kendimize gelmemizi sağlayan bu şeyler kötüdür, yapılmamalıdır demiyorum ama sorunun kaynağı kurutulmadıkça, bunlar birer pansuman tedbir gibi olur. Marx, komünist toplumu, insan için az-çok keyifli, mutlu ve zengin bir şey olarak düşünmüştü. Ona göre bu toplumda çalışma ve diğer zorunlu faaliyetler bir angarya olmaktan çıkıp haz ve keyif veren bir meşgaleye dönüşecektir. Kişi aynı gün içinde avcı, balıkçı, çoban ve eleştirmen olabilir: “Böylece, bugün başka bir şey yarın başka bir şey yapmak, hiçbir zaman avcı, balıkçı, çoban ya da eleştirmen olmak durumunda kalmadan, akla estikçe, sabahleyin avlanmak, öğleden sonra balık tutmak, akşam sığır yetiştiriciliği yapmak, yemekten sonra da eleştiri yazmak mümkün olur...” Oysa kapitalizm bizi reklam, moda, market, piyasa, halkla ilişkiler, medya ile avlayıp bir arzu arayan makineye çevirdikçe, derdimiz hep “haz” üzerine odaklandı. İnsan arzu, haz ve keyif peşinde koşar çünkü bu tür şeyler bizi rahatlatır. Ancak kapitalizm, bu alanda sınır tanımaz, kısıtlamaları ortadan kaldırır ve bizi doyumsuz bir makineye çevirir. Elbise dolabınız dolu ama hiçbir şeyiniz olmadığını düşünürsünüz. Başkası ekmek bulamazken yediğiniz bifteği beğenmezsiniz. Size cehennem görünen, belki de başkasının cennet hayalidir. Bizi kendimize yabancılaştıran, hayal kurmamızı engelleyen, yeni bir hikâye yazdırmayan, ütopya üretmekten alıkoyan bir dünyada aşırı ve fakat sonuçsuz tüketim, öncelikle bizi tüketmektedir.