“Yıllar önceydi, yıl 1972. O zamanlar genç bir gazeteciydim. Türkiye’den bazı siyasiler ve iş adamları İsrail’e resmi ziyarette bulunuyorlardı. Biz de gelişmeleri izlemek için oradaydık. Bir sıcak Mayıs akşamıydı. Her ziyarette olduğu gibi sıradan bir işti anlayacağınız.
Ziyaretin dördüncü günü bizi tarihi ve turistik yerleri gezdirmeye başladılar. Kafile olarak Mescid-i Aksa’ya vardık. Asırlık merdivenlerden yukarıya doğru çıkarken heyecanlanmıştım. Üstteki avluya ‘ Onikibin Şamdanlı Avlu ’ diyorlar. Yavuz Sultan Selim Han 30 Aralık 1517 Salı günü Kudüs’ü devlete katmıştır da ortalık kararmıştır. Yatsı namazını ordusundaki onikibin askeriyle birlikte orada kılar onikibin şamdanı birlikte yakarak orada kılar. İsim oradan kalmıştır.
Avlunu kenarında biri dikkatimi çekti. Doksan yaşlarında bir adam. Üzerinde kendinden daha yaşlı bir asker üniforması; her yanı yama içinde, hatta bazı yamaların üzerine bile bir yama yapılmış. Asırlık ağaçların gövdesindeki halkalar misali yamaları yaşını göstermeye çalışıyordu sanki. Orada ayakta bekliyordu. Sırtına zorla yapıştırılmış gibi duran hafif kamburu da olmasa dimdik duracaktı. İki metreye varan boyu ile yaşlıydı ama bir o kadar da vakur. Şaşırmıştım.
Acaba bu adam bu sıcakta güneş altında neyi bekliyor diye düşündüm içimden. Bizi gezdiren rehbere sordum: ‘ Ben kendimi bildim bileli hergün buraya gelir, akşama kadar bekler. Kimseyle konuşmaz, sadece bekler, delinin biri herhalde.’
Bu yaşta bu sıcakta sebepsiz beklemeyeceğini düşündüm. Konuşmakla konuşmamak arasında kararsız kaldım. Yanına yaklaştığımı gördü ama kıpırdamadı.
‘Selamun- aleyküm baba’ dedim,
Başını biraz bana doğru çevirdi, duraksadı çatallanmış titrek bir sesle:
‘Aleyküm-selam oğul’ dedi
‘Hayırdır baba sen kimsin burada ne yapıyorsun?’dedim,
Ben…dedi titrek bir sesle: ’ Ben, Osmanlı ordusu, 20. kolordu, 36. tabur, 8.bölük, 11.ağır makinalı tüfek takım komutanı Onbaşı Hasan’ım.’ Sesinde titreme kalmamıştı. Genç bir askerin tekmil vermesi gibi tekrarladı: ‘Ben Iğdır’lı Onbaşı Hasan’ım. Bizim bölük cihan harbinde Kanal cephesinden İngiliz’e saldırdı. Canım ordu Kanal’da yenildi. Artık geri çekilmek elzem idi. Ecdad yadigarı topraklar bir bir elden gidiyordu. İngiliz, sonra Kudüs’e dayandı, şehri işgal etti. Biz de Kudüs’te artçı bölük olarak bırakıldık.’ dedi.
Eskiden kenti ele geçiren devlet, asayiş görevi yapan yenik ordu askerine esir asker muamelesi yapmazmış. Zaten , İngilizlerde Kudüs’ü işgal ettikleri zaman halk çok tepki göstermesin diye küçük bir Osmanlı birliğinin kalmasını istemişler.
Sonra anlatmayı sürdürdü. ‘ Bizim artçı bölük 53 neferdi. Mütarekeden (Mondros Ateşkesi) sonra ordunu terhis edildiği haberi geldi. Başımızda kolağamız (Yüzbaşı) vardı. ‘ Aslanlarım devletimiz müşkül vaziyettedir. Şanlı ordumuzu terhis ediyorlar, beni İstanbul’a çağırıyorlar. Gitmem gerek, gitmezsem mütareke emrini çiğnemiş, emre itaatsizlik etmiş olurum. İçinizden isteyen memleketine avdet edebilir, ama beni dinlerseniz sizden bir isteğim var. Kudüs bize Sultan Selim Han Hazretlerinin yadigarıdır. Siz burada nöbeti sürdürün. Sonra halk; ‘Osmanlı’da gitti halimiz nice olur’ demesin. Fahri Kainat Efendimizin ilk kıblesini Osmanlı’da terk ederse gavura bayramdır. Siz, İslam’ın şerefini, Osmanlı’nın şanını ayaklar altına aldırmayın.’ dedi.
Bölüğümüz, Kudüs’te kaldı. Sonra upuzun yıllar bir anda bitiverdi. Bölükteki kardeşler Cenab-ı Hakk’ın rahmetine kavuştu. Düşman değil de yılar biçti geçti bizi. Bir ben kaldım buralarda, koca Kudüs’te Onbaşı Hasan.’
Alnından akan ter, gözyaşlarına karışıyor, kırış kırış olmuş yüzünde kendine yol bulup akıyordu. Konuşmaya devam etti: ’ Sana bir emanet var oğul, nice yıldır saklarım. Emaneti yerine teslim eden mi?’ dedi. ‘ Elbette’ dedim. Sanki Türkiye’ye haber göndermek için birini bekliyordu.
‘Anadolu’ya vardığında yolun Tokat sancağına düşerse Mescid-i Aksa’ya beni nöbetçi bırakıp burayı bana emanet eden kolağam Mustafa kumandanımın yanına git. Ellerinden benim için öp ve deki: ’ Kudüs’ü bekleyen 11. Makinalı takım komutanı Iğdırlı Onbaşı Hasan o günden bu yana bıraktığın yerde nöbetinin başındadır, nöbetini terk etmedi, tekmili tamamdır, hayır dualarınızı beklemektedir kumandanım’ de.
Bir yandan gözyaşlarımı saklamaya, öte yandan söylediklerini not etmeye çalışıyordum. Nasırlı ellerine sarıldım, sonra öptüm öptüm…..’Allah’a emanet ol baba’ dedim.
‘Sağ olasın oğul, bizim için artık dünya gözü ile o mübarek Anadolu’yu görmek mümkün değil, var sen selam götür tanıdık tanımadık herkese….’
Kafileye geri döndüm. Sanki bütün tarihimiz canlanmıştı da karşımıza çıkmıştı. Rehbere durumu anlattım, inanamadı. Adresimi verdim. Bu askeri takip etmesini, ona bir şey olursa bana mutlaka haber vermesini istedim.
Türkiye’ye gelince verdiğim sözü yerine getirmek için Tokat’a gittim. Askeri kayıtlardan kolağası Mustafa efendinin izini buldum. Vefat edeli yıllar olmuştu. Sözümü yerine getirememiştim. Ardından seneler birbirini kovaladı, 1982’de bir gün ajansa geldiğimde bir telgrafımın olduğunu söylediler. Rehberden gelen bir tek cümle yazılıydı:
‘Mescid-i Aksay’ı bekleyen son Osmanlı askeri bugün öldü.’*(İlhan Bardakçı)
Ruhun şad, mekanın Cennet olsun Onbaşı Hasan dedemiz..
Sakın gözün arkada kalmasın. Senin bıraktığın nöbeti bugün Kudüs’ün, Gazze’nin yiğit gençleri devam ettiriyor. Peygamber Efendimizin arşa yükseldiği o kutsal beldede şimdi anaların ağıtları ,bebeklerin çığlıkları arşa yükseliyor ama nöbet devam ediyor…..
Kudüs’ün, Gazze’nin yiğit savaşçıları gazanız kutlu, şehadetleriniz kabul olsun…
“Şehirlerin çiçeği ey Kudüs!
Ey İsra gecesi!
Ey semalara çıkanların geçidi..
Gözlerimiz her gün sana yolculuk ediyor
Ve ben sana dua ediyorum.”**(Fairouz)