Tdk’ ya göre siyaset tanımları şöyledir; Politika, Devlet işlerini düzenleme ve yürütme sanatıyla ilgili özel görüş veya anlayıştır. Tarihsel olarak bakıldığında insanoğlu yerleşik hayata geçişinden bu yana bir iktidar savaşı vermişlerdir ve belli siyasi düşünceler ortaya atmışlardır. Babil imparatorluğunun kralı Hammurabi krallığının hukuk kanunlarını ve meşruiyetini tanrısal bir güçten aldığını dile getirmiştir. 

Böylelikle siyasi iktidarını tanrısallaştırmış ve daha büyük bir kitle üzerinde etki sahibi olmuştur. Din gerçekten de  insanlık tarihinin pek çok döneminde aşağı halk tabakalarının üstteki seçkin/yönetici zümrelere karşı kendini tanımlama ve konumlandırmasında önemli bir dayanak noktası olmuştur. Dinin tarihsel görevi olarak adlandırılabilecek bu durum; olağanüstü dönemlerde dinin halk katında bir ideoloji işlevi üstlenmesi, olağan durumlarda ise iktidarı meşrulaştırma işlevini yerine getirmesi ile görünür olmaktadır.  

Alt tabakanın din ile bütünleşip iktidarı desteklemesi sayesinde tarih de yerini almış olan imparatorluklar kurulmuş ve güçlerini dinin meşruluğuna dayandırmışlardır. Modern zamanlara bakıldığında ise burjuvazinin din ile çıkar çatışmasına girmiş olması ve iktidarı ele geçirdikten sonra meşrutiyeti dinden alıp millet, ulus kavramına vermesiyle birlikte din siyasi alanda bir kalıba sokulmaya çalışılmıştır. 

Bunun asıl amacı Batı da kilisenin siyasi, ekonomik ve toplum üzerinde iktidarlar kadar hakka sahip olması ve iktidarların üzerinde bir baskı aygıtı olması da görülebilir. Dinin siyasetten ayrı olarak bakılmasını sağlayan en önemli faktör toplum sözleşmesidir. 

Bu kavrama göre; sözleşme eşit bireyler arasında yapılacağından, başlangıçta herkesin eşit olması ve kral toplum tarafından seçildiği için krala hesap sorma ve direnme haklarının doğması bu kuramdan çıkan önemli sonuçlardan biridir. 

Ancak en önemli sonucu, kralı Tanrı'nın değil insanların seçmiş olduğunun ve dünyevi dünyanın yaratıcısının tanrı değil insan olduğunun kabulü, dolayısıyla skolastik anlayışın terkedilmesidir. Bu da moderniteye geçişin temelini oluşturmuştur ve din siyasi anlamda yalnızlaştırılmıştır. Modernite düşüncesi ile birlikte ulus devlet anlayışı yayılmıştır. 

Bu anlayış devletlerim meşruiyetlerini o ulusta bağlı olan halkdan aldığını, o halkın içinde birden çok dine mensup kişilerin bulunabileceği ve böylelikle devletlerin bir dine mensup olamayacağı anlayışını ortaya çıkarmıştır. Fransız devriminin bir sonucu olarak laiklik tam burada devreye girmektedir. Laiklik kavram olarak din ile devlet işlerinin ayrılmasıdır. 

Devletin dini anlayışının olamayacağını ve meşruluğunu din üzerinden alamayacağını dile getirmektedir. Tabi öyle midir? Her birey bir dine inansa da inanmasa da dinlere karşı kendi yorumları bulunmaktadır. Her halükarda devletleri yönetenlerde insanlardır. Kendi yorumlarını illa ki yönetim şekillerine yansıtacaklardır. Laiklik kavramını bir başka yönden ele alırsak burjuvazinin dinden intikamı olarak görebiliriz.  

Kapitalist sistem içerisinde ekonomik gücü bulunduran modernite kurucuları ve destekçileri burjuvaziler din ve din adamlarını belli bir güce indirgemişlerdir. Ve tekrardan aynı güce ulaşmamaları için din ve din adamlarını siyasetten uzak tutmaya çalışmıştır. Bu sonuca varmak da çok kolay olarak gözükebilir ama öyle midir? 

Burjuvazi ekonomik çıkarlarını ve kurduğu sistem deki gücünü başka bir faktör olan ve ona en büyük zorluk çıkarmış olan din ile paylaşmak istemediği içinde yapmış olabilir mi ? Buna kesin bir cevap verememek ile birlikte yüzüne batıya dönmüş genç Türkiye Cumhuriyetinin kurulması ve dini nasıl konumlandırdığını irdelemek gerekir. Türkiye Cumhuriyeti kuruluş itibarı ile birlikte mottosu modern uluslar gibi olmak veya ulaşmak olmuştur. 

Böylelikle bir takım kanunlar çıkarılmış ve din siyaset alanından uzaklaştırılırken Diyanet işleri başkanlığı ile de dini kendi denetimi altına almıştır. Kaçırılan nokta ise şunlardır;  Türk geleneklerinde bin yıldır süregelen din ve siyaset ilişkisi, devlet dini kabul etmeyip denetim altına alsa bile devlete mensup olan halkın dini inancı olmasıdır ve Türk devrimi olarak adlandırılacak olan süreçte dini inancı olan insanların gücü ve inançlarına olan tutumlardır. 

Cumhuriyetin ilk yıllarında kurulan diyanet işleri başkanlığı bir nevi denetim altına aldığı gözükse de dini başka bir görevi ise devlet ile halk arasında din ile doğacak çatışmalara engel olmak için bir araç olmasıdır. Çok partili döneme geçişte görüleceği gibi devlete mensup halk kendi inançlarını dile getiren yeni bir görüşü benimsemiş ve iktidara taşımıştır. Bu noktada ise akla şu gelmektedir. Artık din ne devleti araç olarak görmekte ne de devlet dini meşrulaştırıcı olarak görmektedir. 

Günümüzde de devam eden bu süreçte artık din politik söylemler olarak dile getirilirken potansiyel oy olan geniş halk kitlelerinin duygularına hitap etmek için kullanılmaya başlamıştır. 1980’ lerden itibaren başlayan neoliberal politikalar ülkemizde de etkili olmuştur. 

Halkın kültürüne, inancına ve ekonomik çıkarlarına seslenen veya ülke zor durumlara düştüğünde politikacılar dini bütünleştiriciliğinden faydalanarak potansiyel oylarını korumaya veya arttırmaya çalışmışlardır. Günümüzde din politiktir. Bu ise tamamen meşrutiyet kazanmak veya siyasi amaçlar olmaktan çıkmış ve bir nevi iktidar gruplarının çıkarları için potansiyel oylarını olan geniş halk kitleleri tarafından meşrutiyet kazanma çabaları olarak gözükmektedir.

Hukuk ve siyaset tarihinin bu en güçlü ve en eski meşruiyet aracı olan din, günümüz dünyasında bile modern değerlere uygun bir şekilde gücünü korumaktadır. Modernizm, dini inanışların bütünleştirici etkisini alt edebilecek gelişimi henüz tamamlayamamıştır. 

Bunun en bariz göstergeleri günümüzdeki antidemokratik ve teokratik eğilimler sergileyen siyasal rejimlerdir. Bu durum, ilgili ülkelerdeki sosyolojik, politik, ekonomik hatta dış konjonktürel şartlarla açıklanabilir