Dert anlatmak konuşabilmek ile ilgilidir. Derdinizi anlatamamanızın sayısız nedeni olabilir: Karışınızdakinin anlayışsızlığı, çıkarcılığı, hoşgörüsüzlüğü, vurdum-duymazlığı gibi kişisel nedenler olabileceği gibi politik, ideolojik ve ekonomik güçlerin çıkarları de olabilir. 
Fakat Onca teknolojik ilerilik, konfor ve okuryazarlığa karşın “dert anlatma” konusunda gittikçe sıkıcı ve itici olmaya başladık. O yüzden dert küpü tanıdıklarımızı görünce hemen sıvışmaya çalışıyoruz. Çünkü dertli bizi de etkiliyor. 
 Mesele, iki kelimenin belini kırıp, fiskos masasında dedikodunun dibine vurup rahatlamak babında “derdini söyle, derman bul” değil. 
Galiba mesele şu: “Söyleniyor” ama “söylemiyoruz”. 
İçki masasında rakı şişesinin dibine vururken, efkarlanıp gaza basarken, felekten bir gün çalarken, geçmişin nostaljik rüzgârlarına kapılırken, dünyanın ahvalinden ziyade kendine üzülürken bu dert kültürü hep işbaşındadır. Şu habire mutsuzluk, sıkıntı, feryat, umutsuzluk üreten kültürümüzün altyapısı sanki bir “dert ekonomisi”ne dayanıyor. Biz halk olarak dertlerimizi (mesele, dava, ütopya, proje, tarihsel geçmiş vb.) seviyoruz. Dertsiz baş istemez gibi bir halimiz var. Bütün o acılı türkülerde, ağıtlarda, bozlaklarda, mesellerde, oyunlarda dile getirilen dertlerimiz gerçekten de büyük bir ekonomik sektör oluşturuyor. 
Aslında bu dert konusunda bayağı bir sınıfsal ayrım var. Alt sınıfların derdi “kaba”dır orta ve üst sınıfların ise “ince”dir (estetik görünüm, kaliteli eğitim, nezih semt, konforlu yaşam vb.). İlki, derdini alabildiğine yüksek sesiyle çığırırken metanet falan dinlemez ama sesi boşluğadır (mistik güçler, felek, kader vb.). İkincisi ise derdini uygarca anlattığını düşünür. Fakat kimi zaman dert ortaktır yani aynıdır. Dert ortak olsa bile aynı şekilde deneyimlenmez. Orhan Gencebay’ın derdi dünyadan büyük olabilir, o zaman halk adına kollarını göğe açıp feryat figan eder. Aynı dertten mustarip bir burjuva ise teselliyi semada değil, eldeki birikimde bulur. 

Her neyse, dert her şey için geçerli olabilir. Şu mahut “paran mı var, derdin var” klişesinde olduğu gibi. Fakat dediğim gibi halkımız derdini sever. Çünkü hep dertliydi, hep gam yüküydü, hep sorun yumağıydı. Çünkü hayatının hiçbir zaman öznesi olamadı. Ona bir nesne gibi davranıldı, o da bu şekilde kendisine değer verildiğini sandı.

Derdimiz çözülürse, biz neye dertleneceğiz? Şu meyhane kültürümüz mesela: Biraz Güzin Abla, biraz arzuhalci tarzı, biraz da günah dinleyen papaz misali nicemiz için “dert ekonomisi”nin ayakaltı yeri olmuştur. Meyhanede kurtardığımız ülkeyi, devirdiğimiz iktidarı, yere yıktığımız patronu ayıkken hiç hatırlamaz olduk. Dert varsa, işte içki, sigara, uyuşturucu, politika, din ve bir yığın afyon da orada duruyor; hem acımızı kesiyor hem dayanma gücü veriyor hem de dünyaya kükreyebilmemiz için imkan sunuyor. Türkülerimizden arabesk şarkılarımıza, tarihsel onurlanmadan atalarımıza, ulusal başarılardan yerel taktirlere değin nice hasletimiz, dertlerimize katlanılır kılıyor bizi. Ve o yüzden hala aynı şarkıyı söylüyoruz: Dert bende, derman sende. Oysa dermanın, dertlinin kendisinde olduğunu anladığı gün “dert ekonomimiz” dermanla devrilecek ama biz galiba bu ekonominin kölesi olmuşuz, derdimiz de adımıza dönüşmüş. Derdin dünyadan büyük değil, sen küçüksün kardeşim.