Şeyh Edebali Üniversitesi Matematik Bölümü Kurucusu ve Diophantine Denklemlerde Modular Metotlar Üzerine Temel Çalıştay Onur Kurulu Başkanı Prof. Dr. Hilmi Hacısalihoğlu, çalıştayın açılış seremonisinin ardından sorularımızı yanıtladı. Türkiye’de matematik alanında çalışacak gençlerin en büyük sorununun yabancı dil bilmemek olduğunu belirten Hacısalihoğlu, 200’ü bulan üniversitelerimizin sayılarını daha da arttırıp, akademik alanda çok daha fazla sayıda kişiyi istihdam etmemiz gerektiğinin altını çizdi.

Hocam bize biraz önce bir kendinizi tanıtırsanız?

Profesör Doktor Hilmi Hacısalihoğlu. Ankara Üniversitesi’nde 50 küsur yıl çalışıp yaş haddinden emekli olduktan sonra, emeklilerin yeni üniversitelerden birinde 5 yıl daha çalışabilecekleri yönünde çıkan bir kanunla, Bilecik’i seçerek burada çalışmaya başladım. Beşinci yılım bitti. Şimdi o süreyi parlamentoda tekrar uzatacaklar. Sadece ben değil, 140’tan fazla bu durumda hoca var üniversitelerde. Eski görevim devam etmiyor ama dersler veriyorum sözleşmeli olarak. Doktora öğrencilerim var burada, yüksek lisans öğrencilerim var burada. Ankara’da ve Türkiye’nin bütün üniversitelerinde 100’e yakın öğrenciye doktora yaptırdım. Hangi üniversiteye gitseniz 3 tane, 5 tane benimle doktora yapmış doçent, profesör, rektör, dekan bulabilirsiniz. Çok özel bir durumum var ve ben kabıma sığmıyorum. Bana “Otur burada iç çayını” derlerse ben ölürüm. Ben çalışmak istiyorum. Onun için Ankara’da oturuyorum, trenle buraya gelip gidiyorum.

Neden Bilecik’i tercih ettiniz hocam, özel bir sebebi var mıydı?

Efendim Bilecik’in özel sebepleri o kadar çok ki. Biz Bilecik’i biliyoruz, Söğüt’ü biliyoruz, Şeyh Edebali’yi biliyoruz. Ama hep yüzümüz Batı’ya dönmüş. “Western Eyes Turkey” diyorlar yani “Batıya Bakan Türkiye” Bizim geride çok büyük varlıklarımız var. Bilecik çok enteresan bir yerdir. Kim beni tebrik için bura geliyorsa hayran kalıyor. Bilecik’te çok büyük sözler var, “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” diye hitap eden bir Şeyh Edebali var. Bunları okuması lazım gençlerimizin, bizim önce buraya gelmemiz lazım. Buradan sonra Viyana’ya gitmemiz lazım.

Bir bilim insanı olarak dünyanın farklı yerlerinde konferanslara katılıyorsunuz. Son olarak nereye gittiniz?

Biz geçen hafta Viyana’daydık. Sempozyum yaptık Viyana’da. Haziran’ın başında Bişkek’teydik orada sempozyum yaptık. Ben Türk Dünyası Matematikçiler Birliği Şeref Başkanıyım. Ben kurdum onu 1999’da. 500’ün üzerinde Türkî Cumhuriyetlerden matematikçi üyelerimiz var. Bunlar bana çok teşekkür ediyorlar, ilk defa böyle bir birlik kurabildim diye. Türk Cumhuriyetleri’ndeki matematikçiler ben bu birliği kurduğum zaman çok sevindiler ama korktular başımıza bir hal gelir diye. Ben de “Biz Rusya’ya karşı değiliz. Matematik çalışacağız. Rusya da matematiği seviyor o da matematik çalışıyor, biz de matematik çalışacağız.” dedim. Bunu ancak 2 sene sonra öğrenebildiler ve şimdi yavaş yavaş geliyorlar, beni kucaklıyorlar. Hatta kimyacılar da Kimyacılar Birliği kuruyor, fizikçiler de Fizikçiler Birliği kuruyor, coğrafyacılar da Coğrafyacılar Birliği kuruyor. Matematik birliği bir örnek oldu.  

Üniversitemizin matematik alanındaki geleceğini nasıl görüyorsunuz hocam?

Efendim, üniversitemizin her bakımdan geleceği çok parlak. Biz daha çok genç bir üniversiteyiz. Bu sene burada matematik ile ilgili 2.toplantıyı yapıyoruz. Daha önce Geometri Sempozyumunu yapmıştık. Bu milletler arası bir toplantı. Burada yabancılar var. Gençlerimiz çok hevesli, onları seçtik aldık buraya, onlarla ilgileniyoruz. Bir iki tanesinin doktorasını bitirdik, bir tanesinin daha bu sonbaharda bitecek doktorası.

Sempozyumla ilgili bilgi vermeniz gerekirse nasıl organize edildi, fikir nasıl ortaya çıktı?

Fikir ortaya şöyle çıktı; bir yeni arkadaş aldık, İlker İnan yarımcı doçent. O arkadaşımız 3 tane genç yabancı akademisyeni davet etti üniversitemize. Bunlar diofant denklemlerle ilgili konuşacaklar burada. Diofant denklemleri tanıtacaklar, buradaki gençlerle beraber çalışacaklar, dersler verecekler, problemler verecekler, onları takip edecekler. Daha sonra bunlar üzerinden yazışmalar olacak. Verimli bir toplantı olacağa benziyor yalnız bir sıkıntı var, bizim gençlerimiz yabancı dil bilmiyor. Yabancı dil bilmedikleri için onlardan ne kadar yararlanabilecekler bilmiyorum. Ama gayret ediyorlar, öğreniyorlar yavaş yavaş. Sakarya Üniversitesi bizi destekliyor, Anadolu Üniversitesi bizi destekliyor. Anadolu Üniversitesi’nde benim büyük ağırlığım var. Orada Açık Öğretim Fakültesi’nin televizyondan derslerini verdim senelerce, kitaplarını yazdım beni orada iyi bilirler. Onlarla bir işbirliği yaptık, beraber doktora ve yüksek lisans çalışmaları yürütüyoruz. Hiç öyle görüldüğü gibi yalnız değiliz, Sakarya bizimle, Ankara Üniversitesi’nden ben geliyorum Ankara Üniversitesi bizimle, biz buradan asistanlarımızı Ankara Üniversitesi’ne gönderiyoruz orada çalıştırıyorlar onları, Sakarya’ya da gönderiyoruz orada da çalıştırıyorlar, Anadolu Üniversitesi’ne gönderiyoruz orada da çalıştırıyorlar, biz de burada çalışıyoruz. Fevkalade güzel bir yapımız var. İleriye çok ümitle bakıyoruz. Çok iyi etmişim buraya geldiğime. Hiç pişman değilim. Şimdi emekli profesörlerin hocalığa devam etmeleri konusu parlamentoda sırada bekliyor. Ben diyorum ki hiç 10 yıl 15 yıl demeyin. Önü açık olsun. Emekliler çalışabiliyorsa, sağlık şartları müsaitse çalışsınlar diyorum. Bizim üniversitelerimizin sayısı çok az. Bakın ben size söyleyeyim, 1970 yılında, bizden 10 sene sonra, eğitim faaliyetlerine başlamış olan Japonya 800 üniversiteye sahip. Bizden 10 yıl sonra başladı, biz Japonlardan önce eğitim faaliyetlerine başladık.

Hiroşima faciasından sonrasını mı kastediyorsunuz?

Ondan evvel de ondan sonra da. Biz Fransız İhtilali’nden sonra, 1789 yılından sonra başladık. Fransız İhtilali’nden sonra Fransızlar, ihtilalin gücüyle öğretmen yetiştirme işini, eğitim işini kiliselerden almak istediler. O kadar güçlü olmalarına rağmen, ihtilal hükümeti olmalarına rağmen 1 yıl tutabildiler onu elinde. Kilise tekrar aldı onları geriye. 13 yıl sonra ancak bir girişim daha yaptı Fransızlar ve aldılar eğitim işini kiliseden ellerine. Biz başından beri eğitim işini elimizde tutuyoruz, Osmanlı’dan sonra 1948’de biz eğitimle ilgili büyük yatırımlar yaptık ve eğitim enstitüleri, arkasından eğitim fakülteleri, ondan sonra 2547 sayılı kanunla bütün üniversite kanunları. Biz eğitimde hiçbir geri tarafımız yok, fevkalade iyi gidiyor ve biz Japonlardan geriyiz. Niye geriyiz? üniversite sayımız az. 1970’te bizim 13 üniversitemiz vardı, o zaman Japonya’nın 800 üniversitesi vardı. Şimdi bizim aydınlarımızın bir kısmı “Ne yapacağız bu kadar üniversiteyi?” diyor, “Mezunlarına iş veremiyoruz” diyor. Üniversite, mezunlarına iş vermeyi düşünmez. Üniversite meslek okulu değildir. Üniversite, bilim adamı yetiştirir, bilim yaptırır, onlar bütün dünyaya dağılırlar. Zaten öyledir, Türklerden bilim adamlarının büyük bir kısmı dünyaya dağılmıştır. Amerika’da var, Mısır’da var. Mısır’da doktora yaptırdım, İranlılara doktora yaptırdım. Bu görüş yanlış, bu engelliyor bizi. Yeni yeni şimdiki iktidar üniversite sayısını arttırıyor. Tabii üniversite sayısını arttırmak kolay değil; hocasını yetiştireceksiniz, binasını yapacaksınız, kütüphanesini kuracaksınız bakın bunlar burada hep yeni yapılıyor ve biz daha şimdi 200 tane üniversitemiz var. Çok az bu sayı.  Japonların 800’ünü geçmemiz lazım. Bizim üniversitelerimizin sayısı çok az.

Niteliğini de geliştirmek lazım değil mi hocam?

Önce kuracaksınız onu, yani tohumu toprağa atacaksınız, suyunu dökeceksiniz filiz verecek, kökleşecek ve büyüyecek. Bu da öyle, Bir üniversite 50 yılda oturur. Böyle olunca bizim bir an evvel üniversite sayımızı arttırmamız lazım. Devlet kadrolarını vermesi lazım, binalarını yaptırması lazım, öğrencilerini yurt dışına göndermesi lazım. Yurt içindekilere burslar veriyorlar şimdi, 2000 liraya kadar burs veriyorlar doktora yapan gençlere, çok büyük imkânlar bunlar. Böyle olunca bizim bu 200 üniversiteyi bazıları çok görüyor ama az bu. Japonlardan öndeydik biz fakat geri kaldık. Bizim üniversite sayımızın 800 – 1000’i bulması lazım. Her tarafta üniversite olması lazım. Hocalar olması lazım, kongreleri olması lazım. Bugün burada bir kongre, yarın Sakarya’da bir kongre, ertesi gün Ankara’da bir kongre. Biz Viyana’daydık geçen hafta, Viyana’da 1365 yılında bir üniversite kurdular, bir görmenizi tavsiye ederim. Tarihi, heykellerle süslemişler tarih kokuyor. 1365, biz neredeydik o zaman? Şimdi biz niye kurmadık değil hemen bir an evvel girmemiz lazım işine. Üniversiteler kurmamız, çoğaltmamız lazım. Kurulmuş olan üniversiteler ile işbirliği yapmamız lazım. Viyana’da bir hafta süren bir toplantı yaptık. Haziran ayının başında Kazakistan’ın Bişkek kentinde bir hafta boyunca toplantı yaptık. Ondan önce de Bakü’de toplantı yaptık. Kosova’da, Bosna’da toplantılar yaptık. Gelecek yıl Münih’te toplantı yapacağız. Şu an orada toplantının hazırlıkları sürüyor. Bu üniversitedeki genç arkadaşlarımız bu işleri organize ediyorlar. Devletten bir kuruş yardım almıyorlar. Reklamlarını güzel yapıyorlar. Türkiye’deki üniversitelere ve dünyadaki üniversitelere duyuyorlar. Katılımcılar için belirli bir fiyat belirliyorlar. Katılımcılar paralarını yatırarak müracaat ediyorlar. Viyana’da yapılan toplantıda katılım sayısı 500’dü.

Dünya matematik camiası içerisinde Türkiye’nin konumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Çok kısa zamanda büyük bir ivme ile zirveye doğru koşuyoruz. Yabancılar bizim toplantılarımıza katılıyorlar. Kendi üniversitelerimizden seçkin olanlardan verilen not şudur, Anadolu’nun her yerinden güzel matematik sesleri geliyor. Biz imparatorluktan sonra eğitim faaliyetlerine başlarken Atatürk, yabancı bir ekibe “medreselerde mevcut olan hocaları imtihan ederek içlerinden beğendiklerinizi bana verin. Onları yeni üniversitelere alayım.” dedi. Bu ekipte bu hocalara çok basit sorular sordu. Bir üçgenin iç açılarının toplamı kaçtır sorusunu sordular. Ama medrese hocalarının hiçbiri bu soruları bilemediler. “Üçgenine göre değişir” dediler, ama “180 derece” diyemediler. Daha sonra bir üçgenin alanı nasıl hesaplanır sorusunu sordular. Bu hocalar Arapça öğrenmişler. “Bir müsellesinin sathı, oturmuşu ile dikilmişinin zarbının nısfına müsavidir”. Bunu çocuklar 6 yılda söyleyebiliyormuş. Atatürk gelerek bir matematik kitabı yazdı. Atatürk’ün kitabı yazmakta gayesi yeni terimleri Türkçe koymaktır. Geometrik şekillere isimler vermiştir. Bunu İngilizler, Almanlar, Fransızlar diyemiyor. İngilizler üçgene farklı dörtgene farklı şeyler söylüyor. İngilizler saymasının bilmiyor. İngilizler sayı sayarken 10 sayısı ‘ten’den sonra ‘eleven’ diyorlar. Ten ile eleven arasında ne alaka var. Bizim dilimizde çok güzel bir türetme var. Bizde 10’dan sonra on bir, on iki on üç diye devam ediyor. Ancak onlarda 13’ten sonra düzeliyor. Demek ki onlar 13’e kadar asırları kaybetmişler. Bunun dışında bir sıkıntıları daha var. Bir diyor ama birinci diyemiyorlar.  One (bir) ile first (birinci) bunun ikisi arasında hiç alaka yoktur. Biz de bire birinci, ikiye ikinci, trilyona trilyonuncu kullanılır. Bir İngiliz dil bilimci Necro Ponte diyor ki, “Dünya bir alfabeye doğru gidiyor. Bu alfabe ise Türk alfabesidir.” Bu adamın Türkiye’ye geldiği yok ama okuyarak öğrendi. Türkçede kafa karıştıran harfler yok. Yazıldığı gibi okunur, okunduğu gibi yazılır. Bunlar ‘ş’ harfini çıkarmak için hangi kelimede kullanacaklarına bakıyorlar. 3-4 harfle birlikte 50 türlü ‘ş’ yazıyorlar. İngilizler Shakespeare’in tavsiyesi üzerine yeni bir alfabeye kalkıştılar. Çünkü Shakspeare bütün varlığını bir vasiyetnameye bağlayarak bankaya bıraktı. “İngilizce için kim iyi bir alfabe yaparsa bunu ödül olarak ona verin. Yoksa bu dil ölecektir?” diyor Shakspeare vasiyetnamesinde.

Bir Rum kızı çok güzel ama bir Müslüman mahallesindedir. Hiçbir anne oğluna bu kızı alamazsın diyor. Hiç kimse oğluna bu Rum kızı tavsiye etmiyor. Kız en sonunda mecburen iki ayağı kopmuş bir çocukla evlendi.  Çocuk kaza geçirince ben öleceğim, intihar edeceğim, bana bu kızı verin ölmeyeyim diyor. Rum kızla evlenerek intihar etmiyor. Evlendikten sonra köyün delikanlıları gelip kıza ‘Bu kadar güzelsin sen ne yaptın?’ diyorlar. Rum kız da “bu zamana kadar neredeydiniz? Dün kocam yoktu bugün hiç olmazsa iki ayağı olmayan bir kocam var” diyor.  Şimdi biz bu durumdayız. Mecburen bulduğumuza sarılıyoruz.

Gençlere tavsiyeniz nelerdir?

Bizim gençlerimizin dil öğrenmesi lazım. Bizim dil öğrenmemiz zor. Bizim alfabemiz Atatürk’ün sayesinde yabancılarla aynı harfler ile ama yazılış kuralları değişik. Kendi dilimizin yapısı Avrupa dillerinden olmadığı için farklı bir yapıdadır. Bu yüzden çocuklarımız dil öğrenmede zorlanıyorlar. Gençlerin dil öğrenebilmesi için kurslara gitmeleri gerekiyor. Şimdi imkânlar çok, televizyonları açmaları lazım. Televizyonlardan dinlemeleri lazım yani gayret etmeleri gerekiyor. Yurt dışından arkadaşlar edinerek onlarla sık sık konuşmaları lazım. Zaten gençler bunları biliyorlar. Ancak bunu yapacak seviyeye gelene kadar bir hayli zaman kaybediyorlar. Kaybettikleri zaman onların aleyhine oluyor. Yaşlandıkça bu iş zor oluyor. Ondan sonra girdikleri sınavda kalıyorlar. Üniversitede gerekli dil puanını almakta zorlanıyorlar. 7 senedir adamın doçentlik tezi hazır ama dil sınavını geçemediği için atanamıyor. YÖK’ün bir yanlışlığı var. Matematikçiyi matematik alanında imtihan edeceksiniz. Fizikçiyi fizik alanında, kimyacıyı kimya alanında imtihan etmesi gerekiyor. 13 kitap yazan adam dil sınavını geçemediği için doçent olamıyor. Önüne balıklar ile ilgili bir metin verdiler tercüme et diye, balıklar ile ilgili metni tercüme edebilmesi için biyoloji ve balıklar ile ilgili terimleri bilmesi gerekir. Bizim sınav sistemimiz yanlış. Çocuklarımızı çok zor durumlara sokuyorlar. 7 yıl sonra doçent oldu ama o zamanını ve enerjisini kaybetti. Bütün bunlara rağmen Atatürk’ün sayesinde güzel bir alfabemiz var. Bu alfabe ile biz hızlı gidiyoruz.

Matematik alanı ile ilgilenecek gençlere tavsiyeleriniz nelerdir?

Öncelikle yabancı dil öğrensinler. Daha sonra bu yapılan konferanslara katılsınlar. Üniversitelerde matematik ile ilgili dalları seçtikleri zaman çalışsınlar, okusunlar ama biraz da matematik tarihi okusunlar. Matematik tarihi insanlara çok güzel yol gösteriyor. Gençlerimiz ne yapacaklarını biliyorlar. Ama dil öğrenemedikleri için üniversiteye girdiklerinde akademik kadrolara yerleşemiyorlar. Bunlar onların morallerini bozuyor. Onlara ekonomik sıkıntılar veriyor. Gençler için en çok iş üniversitelerde bulunuyor. Şu an üniversite sayısı 200’ü buluyor. Birkaç sene içerisinde ise 250’ye çıkacak. Bu üniversitelerin her birine asistan, doçent, doktor, profesör lazım. Ayrıca üniversite kadrolarında görev almak fevkalade güzel bir durum.

 

Editör: TE Bilişim