Değerli okurlar, Türk Milleti esir, Türk yurdu işgal edilemez… Mensubu olmakla iftihar ettiğim aziz Müslüman milleti,Türkler! O aşk-ı vatan timsalini, kendi ezeli ve fıtrî kahramanlığını selamlıyorum.
Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra imzalanan Mondros Mütarekesi'yle, İtilâf Devletleri, hiçbir hakka dayanmayan ve Türk milletini öz yurdunda köle yapmak emeliyle vahşi akınlarına başladılar. İngiltere, Fransa'ya karşı pazarlık konusu olarak ellerinde bulundurmak amacıyla, petrol sahası Musul Vilayeti ile birlikte Kilis, Cerablus, Birecik, Urfa, Maraş ve Antep'i işgal etmeyi tasarlıyordu.1 Mondros Mütarekesi Antep Sancağını Türk hâkimiyetine bırakıyordu. Bununla beraber, muahedenin 7. maddesi de iğtişaş(ayaklanma) halinde emniyetlerini temin için icap eden yerlere asker sevk ederek işgal etmek hakkını İtilaf Devletlerine veriyordu.
İngilizler çok miktarda süvariyi iyi şartlar altında iskân ettirebilmek için iskan mıntıkasını genişletmek istediler. Bu maksadı temin için de adı geçen yedinci maddeye dayanarak 17 Aralık 1918 tarihinde Antep'e girdiler. Antep Mutasarrıfı Celal Bey’in; ’kışı burada geçirecekler ‘yalan söylemi ile yerleştiler. İşgalcilerin masrafları Belediye bütçesine kaydedilmeden açıktan karşılandı.(İsmail YAĞCI-Tarih Sohbeti-TGRT Haber)
Adana pamukları, Ergani bakırları ile İran ticaretinin en kısa yolu üzerindeki İskenderun Limanı Rusya, Fransa, İngiltere ve Almanya için pek önemli bir iskele olarak kabul ediliyordu. Bu sebepten Rusya, Fransa ve İngiltere ‘Hasta Adam’ın mirasını pay etmek için gizli ve açık, öncelikle kendi çıkarlarını ön plana çıkarmak suretiyle, ikili, üçlü antlaşmalar yapmışlardı.

İngiltere ve Fransa 16 Mayıs 1916'da yaptıkları Sykes-Picot Antlaşması ile Irak, "Kilikya", Suriye ve Filistin'i aralarında bölüşmüşlerdi. Böylece Irak ve Filistin, İngilizlere bırakıldığı takdirde Fransızlar, Ergani bakırlarına, Çukurova'nın pamuğuna ve ölçüsüz imkânlara sahip İran ülkesine en yakın, en elverişli ihraç iskelesi olan İskenderun Limanı'na malik olacaktı. Bu antlaşmaya göre; Musul petrolleri de Fransızlara bırakılmıştı.

Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra imzalanan Mondros Mütarekesi'yle, İtilaf Devletleri, hiçbir hakka dayanmayan ve Türk milletini öz yurdunda köle yapmak emeliyle, "vahşi akınlarına" başladılar.

Antep, Maraş ve Urfa'yı İngilizler işgal ettiler, İngiliz işgaliyle birlikte savaş sırasında Suriye'ye sürülmüş olan Antepli Ermeniler de şehre gelmeye başladılar ve bunlara asayişsizlik nedeniyle yerlerine dönmeyen Ermeniler de katıldı, İngilizler işgalden bir müddet sonra, maiyetlerinde bulundurdukları Ermeni tercümanların tahrik ve teşvikiyle Türklere karşı baskı ve harekâtlarını günden güne artırdılar. Şehrin ileri gelenlerini tutuklayıp Haleb'e oradan da Mısır'a sürdüler. Hükümet Konağı'nı basıp, Ermeni tehciri ile ilgili evrak ve vesikayı gasbettiler, sıkıyönetim ilân ederek Anteplilere uzun bir tedhiş devresi yaşattılar.
Ermeni tahrikleri ve bu baskı hareketleri neticesinde Türklerin iyi niyetli, tutumlarında ve duygularındaki değişikliği gören İngilizler davranışlarını değiştirdiler. Hintli Müslüman askerler vasıtasıyla münasebetlerini düzeltmeye çalıştılar.


Emperyalist siyasetin tecrübeli tatbikçisi İngilizler, işgal süresince mahalli idareye karışmamışlar, polis ve jandarmayı tamamen serbest bırakarak resmi dairelere Türk Bayrağı çekilmesine mani olmamışlardır.

Bugün Gaziantep denince akla Fransız işgali, Fransızlara karşı yapılan şanlı müdafaa gelmektedir, İngilizlerin yaklaşık on bir aylık işgalleri baskı ve zulümleri hatırlanmamaktadır. Bu da şüphesiz "İngiliz siyaseti"nin(!) eseridir.

İngilizler, Antep, Maraş ve Urfa'yı Fransızların Musul'dan vazgeçmeleri şartı ile Fransızlara bırakarak tahliye ettiler. Fransızlar, az çok bir teşkilata ve sahip olan Suriye topraklarını ve işgalden önce başsız sahipsiz durumda bulunan Antep, Maraş ve Urfa'yı işgal etmeyi hesaplarına daha uygun bulmuşlardı. Fakat Türk milleti, devlet kurma kabiliyet ve becerisine sahip olmuş, hür ve müstakil yaşamış bir millet olmak sıfatıyla bu durum karşısında kendi kendine silaha sarıldı. "Dinî ve millî namusunu kurtarmak için" mücadeleye başladı.
İşgallere karşı “Müslüman toprağında heç gâvur olur mu” diyerek başlayan Anteplinin tepkisi dünyada görülen ender şehir savaşlarından birisini oluşturmaktadır. Bu savaşta küçük, dağınık ve hafif silahlı kuvvetlerden oluşan direniş hareketinin, insanlarla meskûn olan bir mahalde büyük bir orduya karşı nasıl karşı koyulabileceğini göstermesi açısından oldukça önemlidir.

Fransızlar ayak bastıkları her yerde açık bir kin ve düşmanlıkla karşılaştılar. İşgal hareketlerinde kuvvetlerinin yetersizliği bahanesiyle teşkil ettikleri Ermeni Millî Alayı, Fransızlar için bir hata idi. Ermenilerin her işgal ettikleri yerde yaptıkları taşkın hareketler Türklerin direnme, karşı koyma hareketini kamçılamış, hızlandırmıştır.

Fransa işgali ile başlayan Ermeni taşkınlıkları, Türklere yapılan zulüm ve hareket, Türk kadınlarına yapılan tecavüzler Müdafaa-ı Hukuk Cemiyeti'nin yıldırım hızıyla gelişmesini sağlamış ve silahlı direnmenin zeminini hazırlamıştır.

Gaziantep'in şanlı müdafaası Fransızlara şu gerçeği göstermiştir:
Türk Milleti esir, Türk yurdu işgal edilemez. Çünkü kolay başarılar elde edeceklerini düşünerek istilaya giriştikleri Anadolu'da Gaziantep gibi yüzlerce gazi şehir daha vardır.

Güney cephesindeki hadiseler, gazi şehirlerimizin mücadeleleri neticesinde, Millî Mücadele'nin ilk mütarekesi Fransızlarla yapılmıştır (30 Mayıs-19 Haziran 1920). Şehir savunmaları Türk ordusunun, "Asıl Cephe"de Yunanlılara karşı yaptığı mücadelede rahat hareket etmesini sağlamıştır. 20 Ekim 1921 tarihinde imzalanan Ankara İtilafnamesi mucibince Fransızların işgalinde bulunan Gaziantep (25 Aralık 1921) ve diğer yerler Fransızlar tarafından tahliye edilmiş, bu cepheden alınan kuvvetler, lojistik destekler de Batı cephesine kaydırılmıştır.
Müfide Ferit 7 Şubat 1921 tarihli yazısında şöyle diyordu:
"Türkler! Hürmetle eğiliniz Antep karşısındasınız! Onu, o aşk-ı vatan timsalini, kendi ezeli ve fıtrî kahramanlığınızı selamlıyorsunuz..."

Fakat Gaziantep'in, Anteplinin karşısında hürmetle eğilen yalnız Türkler değil, insanlık âlemi idi. Çünkü Antep halkı "Fransız mandasındansa şerefli bir ölüm daha hayırlıdır" diyerek memleketlerini savunmuşlar, açlığa yenilmişlerdi. Açıkça bir şehrin bu şanlı savunması yalnız Türklerin değil bütün insanlık âleminin hayret, takdir ve hürmetini kazanmıştır.
Türkiye Büyük Millet Meclisi, Antep'i, şimdiye kadar tarihte hiç bir şehre nasip olmayan GAZİ'lik unvanını vererek mükâfatlandırmıştır.

Sadece Millî Mücadele tarihimizin değil, büyük Türk tarihi içinde önemli bir yere sahip olan "Antep müdafaası", yok oldu zannedilen Türk milletinde daha nice Tiryaki Hasan Paşalar, Gazi Osman Paşaların mevcut olduğunu dünyaya göstermiştir. Bir şehrin bir devlete kafa tutması ancak bizim milletimize has olan bir davranıştır. Bu davranış, bu ruh, bu şuurdur ki milletimizi daima canlı tutmakta, devletimizin de bekasının teminatı olmaktadır.
15 Temmuz son saldırı değil! Anadolu ikinci kez işgal tehdidi altında!
Hiçbir darbe girişimi, hiçbir toplumsal çatışma senaryosu, hiçbir siyasi ve ekonomik kriz böylesine ürkütücü bir şekilde servis edilmedi. Öyle bir olağanüstü dönem ki, var olma ile yok olma, bir arada kalma ile paramparça olma, yarının Türkiye'sini biçimlendirme ile yarınsızlık, Anadolu'da bin yıl daha yaşama ile Anadolu tarihini sona erdirme arasında tam anlamıyla sırat köprüsü üzerindeyiz.

Türkiye, tarihinin en olağanüstü dönemini yaşıyor. Bin yıldır yaşadığımız Anadolu'daki varlığımız, Osmanlı'nın çöküşünden sonra ikinci kez böylesine tehdit edilmiştir. Dar anlamda askeri müdahale tanımına ya da TSK içindeki Gülen teröristlerinin devletle hesaplaşması tanımına sıkışıp kalmak, işin vahametini kavramamıza engel olacaktır.

Gülen ve teröristleri bunu biliyor olmalı ki, hala tehdit edebiliyorlar, hala hesaplaşma hazırlıkları yapabiliyorlar. Öyleyse içeriden işgalin ötesinde bir şeylerin hazırlığı yapılıyor demektir. Bu yüzden durum vahimdir, çok daha yıkıcıdır, bir parçalama projesi hazırlığı söz konusudur.
ABD ve Avrupa'nın bizim coğrafyaya dönük bütün politikaları bu işgale ve istilaya ortam hazırlamaya dönük oldu. Siyasi yalanlarıyla, demokrasi projeleriyle, ekonomik vaatleriyle, barış planlarıyla hep bu büyük vaadin, büyük hesabın önünü açmaya çalıştılar. Çoğuna inandık, doğru sandık, işbirliği yaptık. Ama hepsi bizi vurdu, intihara sürükledi. 1991 Körfez Savaşı'ndan bu yana bölgesel istila devam ediyor. Bu, siyasi anlam itibariyle tam bir Haçlı müdahalesidir, tam anlamıyla bir coğrafya istilasıdır.

Şimdi Anadolu'ya dayandılar. Etrafımızdaki bütün ülkeleri harabeye çevirdikten sonra sınırlarımıza kadar geldiler. Açık saldırıdan önce yokluyorlar, içerideki terör odaklarıyla, istihbarat ağlarıyla, kırk yıl besleyip sistem içine yerleştirdikleri iç işgalcileriyle yokluyorlar. 15 Temmuz'da başarsalar Türkiye zaten işgal edilmiş, teslim alınmış olacaktı. Onlarca yıl belini doğrultamayacak, ABD ve Avrupa karşısında diz çökmüş olacaktı. Ve parçalanma süreci başlatılacaktı.
Bu aşamadan sonra her siyasi söylem, hareket, kimlik vatan ekseninde, Anadolu savunmasında birleşmiştir. Bunun dışında kalanlar yabancıdır, iç tehdittir, düşmandır. Gülen ve teröristleri hala sistemin içinde etkin konumunu devam ettirmekte, iç tehditken hızla dış tehdide dönüşmektedir. Uzunca bir süre Türkiye'ye karşı en öldürücü silah olarak kullanılacaktır.

Yine unutmayın, bu ülkedeki iç tehdit unsurları FETÖ VE PKK ile sınırlı değildir, yeri ve zamanı geldiğinde onları da devreye sokacaklardır. Tarihimiz, içerdeki yerli ve yabancı  işbirlikçi hainlerle doludur. Bu yüzden yeni siyasi kimliğe, vatan eksenine çağırıyoruz. Yok oluşla yüzleşmemek için bu tarihi eşiği bir ve beraber zaferle noktalamaya mecburuz.

Bin yıl daha burada olacağız

Bin yıldır Anadolu'dayız, bin yıl daha burada kalacağız Hz. Allah’ın izniyle.. Ya küçülerek varolacağız ya büyüyerek varolacağız sözünden sonra artık, yeni bir tercihle karşı karşıyayız: Ya Yeniden Kuruluş ya da parçalanma.

Büyüyerek varolma yolunu seçtik. Şimdi Yeni Kuruluş dönemine geçiyoruz. Savunma hattımız bu olacak! 15 Temmuz'dan sonra açıkça varoluşa hazırlık yapacağız. Bin yıllık Anadolu direnişinin ne olduğunu tarih bir kez daha yazacak inşaAllah.