Bilecik Şeyh Edebali Üniversitesi Sağlık Yüksek Okulu öğretim üyesi Doç. Dr. Mehmet Yıldırım, Şeyh Edebali Üniversitesi Sürekli Eğitim Merkezi'nde düzenlenen konferansta Sağlık ve ticaret konulu bir sunum yaptı. İstanbul Kartal Lütfi Kırdar Eğitim ve Araştırma Hastanesi Başhekim Yardımcısı ve Böbrek Nakli Merkezi Başkanlığı görevlerini sürdüren Yıldırım, bir buçuk saati aşan konferansta sağlık alanıyla ilgili çarpıcı açıklamalarda bulundu.

Sağlık sektöründe uygulanan yanlış politikaların hem ülke ekonomisine zarar verdiğini hem de vatandaşların doğru sağlık hizmeti almalarının önüne geçtiğini belirten Yıldırım, performans puanı uygulanan kamu hastanelerinde doktorların daha çok hastaya bakmak için muayene sürelerini kısalttığını ifade etti. Doç. Dr. Mehmet Yıldırım, izleyiciler tarafından keyifle takip edilen konferansta şunları söyledi:


“Bakanlığın büyük eksiği var”

Sağlık alanı, istismar edilmeye en açık olan alanlardan. Sağlık Bakanlığının bu konuda çok büyük bir eksikliği var. İstismar edilmesini yeteri kadar denetlemiyor. Belki buna zamanı yok, belki bu konuyla ilgili bir hazırlık yok. Bunu takip edecek bir ekip lazım çünkü. Televizyonlara çıkarak insanların sağlıklarını ticarete dönüştüren insanlar var. Bilinçsiz olan insanların da bu kişilere prim veriyorlar ve sağlıklarını tehlikeye atıyorlar. Televizyonlara çıkarak sağlık sömürücülüğü yapan kişilerin mal varlıkları hayal bile edemezsiniz. Devasa konferans salonlarında binlerce insana hitap ediyorlar. Özellikle Çin'den gelen bitkisel kökenli ilaçlar çok yüksek paralara pazarlanabiliyor. Bunların sonrasında insanlar çok fazla zarar görüyor. Biz bunları ne kadar temizlemeye çalışsak da yetmiyor çünkü gerçekten denetimsiz bir alan.

“Türkiye’de yerli ilaç firması kalmadı”

Sağlık alanındaki en önemli sorunlarından biri de ilaç sektöründe yaşanan tekelleşme. İlaç tekelleşmesini dünya çapında düzenlenen bir sağlık sömürüsü. İlaçların araştırılması ve geliştirilmesi için çok büyük paralar harcanıyor. Bu ilaçlar önce kimyasal olarak formüle ediliyor. İlaçlar belli aşamadaki deneylerden geçirilmesinin ardında Amerika'da bulunan bir ilaç kurumunun onayına sunuluyor. Bu kurumun ilaca onay vermemesi halinde o ilacın üretimini gerçekleştiremiyorsunuz. Bütün dünya için geçerli bir durum bu" dedi. İlaçların onaylanmasının ardından bir diğer sömürü düzenin de pazarlanması kısmında yaşandığını belirten Yıldırım " İnsan için sağlık her şeyden önce geliyor. Onun için hastalandığında elinde avucunda ne varsa bulup buluşturup bu parayı ödüyor. Ya da sosyal kurumlar vasıtasıyla bu paralar ödeniyor. Bu sıcak para diye geçiyor. Bu sıcak para bütün dünyada sürekli değişebiliyor. Dünyada çok fazla değil 8-9 tane ilaç tekelleri var. Mesela Türkiye'de şu an bir tane yerli ilaç firması yok. 5-6 tane olmuştu ama bu son 5-6 sene içerisinde hemen hemen hepsi satıldı. En büyük korkulardan birisi Eczacıbaşı'ydı. Eczacıbaşı da bütün bu sektördeki fabrikalarını elinden çıkarttı. Deva vardı, Fako vardı bunların hepsi yerli firmalardı. Bunların hepsi elimizden çıktı gitti.


“Silah sanayisi ilaç sanayisiyle finanse ediliyor”

İlaç sektöründe dönen sıcak para, savaş sanayinin desteklenmesi için kullanılıyor. Dünyadaki büyük silah tekellerinin arkasında ilaç tekelleri var. Bir savaş uçağı düşünün, bir tankı düşünün milyonlarca dolara imal ediliyor ama bunun geri dönüşü yok. Yani kısa sürede yok. Ama bu alanda milyonlarca kişi çalışıyor. Bunların sürekli beslenmesi gerekiyor. Bu kaynaklardan onlara da aktarılıyor. Dolayısıyla dünyadaki büyük silah tekellerinin arkasında ilaç tekelleri var ve onlar bunları destekliyorlar. Dolayısıyla bu mantıkla gidildiğinde de insanların sürekli hastalanması ve hastaların da sürekli tedavi edilmesi gerekiyor.

“Kuş gribi sonrası yerli tavuk ırkını yok ettik.”

Sağlık alanında yaşanan sömürü düzeninin önüne geçilebilmesi için koruyucu aile hekimliğine daha fazla önem verilmesi gerekiyor. Yani hekimler, insanların hasta olmaması için çalışmalı. Hekimlerin yapması gereken yönlendirmeyi büyük ilaç tekellerinin elinde bulunan medya yapıyor. İşin içini bilen doktorlar bile bu algı yönlendirmesine maruz kalıyor. Kamu iletişim vasıtaları dediğimiz büyük iletişim vasıtaları algı oluşturan teknikler, cihazlar, vasıtalar ne yazık ki bu büyük güçlerin kontrolünde. Onlar istedikleri gibi o algıyı yönetiyorlar ve toplumları bu şekilde yönlendiriyorlar. Hatta bu işin teorisini, ilmini bilen doktorlar da bu algıya maalesef maruz kalıyor. Doktorlar yönlendiriliyor. Bir kısmı algı yönetimiyle yönlendiriliyor. Bir kısmı parasal şekilde yönlendiriliyor. Büyük paralar dönüyor. Bunlardan birini birkaç sene önce yaşadık. Kuş gribi diye bir hastalık çıktı. İsviçre kökenli ama dünya tekeli durumunda bir Roche firması var. Onun yönlendirdiği iki tane dünyaca ünlü profesör bu konuda düzmece rapor düzenliyorlar. Ondan sonra bu bir şekilde pompalandı topluma ve dünya toplumlarına. Milyarlarca dolarlık ilaç sipariş edildi. Bizim Sağlık Bakanlığı da 70 Milyon Dolarlık ilaç bağlantısı yaptı. Bunun aşağı yıkarı 40 milyon dolarını aldılar sonra Başbakan ile aralarında bir problem çıktı ve gerisi alınmadı zannediyorum. Bu virüs piyasaya salındı. Bir dönem Çin'de salındı. Çin ekonomisi darbe aldı. Daha sonra bu aynı zamanda Türkiye'ye geldi. Türkiye'de yerli tavuk ırkını ortadan kaldırdık. Tüm tavukları fırınlarda yaktık. Böyle bir dünya…

“İnsan sağlığı hekimlerin vicdanına bırakılamaz”

Sağlık ve ticaret ilişkisinin mutlaka devlet eliyle kontrol edilmesi gerekiyor. İnsan sağlığı gibi önemli bir konunun sadece hekimlerin din ve vicdan gibi ahlaki karakterlerine bırakılması yanlış. Bu aradaki dengenin mutlaka devlet eliyle kontrol edilmesi gerekiyor. İnsanların vicdanı önemlidir ama devlet boyutunda baktığımız zaman bu insanların iradesine ve inisiyatifine terk edilemez. Çünkü insanlar menfaatlerine göre, inançlarında rötuşlar yapabiliyor. İnsanlar kendilerine göre deliller uydurabiliyorlar. Herhangi bir ayeti, herhangi bir hadisi kendisine göre yorumlayarak kendi yaptığı yolsuzluğu, mazur gösterecek ya da doğru gösterecek bilgiler ortaya koyabiliyor. Bunun için bunlar insanların inisiyatiflerine terk edilemez. Devletlerin burada devreye girmesi, bunların belli ahlaki kuralları ya zoraki kanunlara bağlaması gerekiyor.


“Üzülerek söylüyorum, bazı doktorlar komisyonculuk yapıyor”

Doktorların yaptıkları işe karşı aldıkları maaşlar çok cüzi. Bu durumda sömürüye açık olan sağlık sektörde bazı doktorlar maddi kazanç sağlamaya meyilli olabiliyor. 33 yılı dolmuş bir adam 2 bin 700 TL para alıyor. Hastayı dolandırmak için bin türlü gerekçe uydurabilirim. Ameliyat gününü sallarsınız. Keşke devlet daha zengin olsa da biz hastayla bu şekilde hiç karşılaşmasak. Çok şükür ben o zinciri kırdım. Ben bu konuda muhatap olmuyorum. Ama herkes bu duyarlılığı göstermiyor. Tomografiye hasta gönderiyor 100 TL'ye çektiği tomografinin 70 TL'sini firma doktora getiriyor. Dolayısıyla gelen her hastayı kanser olabilir, fıtık olabilir diye ‘git bir tomografi çektir’, ‘bir MR çektir’ diyor muayene etmeden. Hekimler muayeneciliği unuttular. Biz hastayı daha muayenehaneye geldiğinde tanısını koyabiliyoruz. Zaman içinde oluşuyor. Bu kalmadı artık tamamen teknisyen düzeyine indirgendi hekimler. Gel tomografi, git tomografi. Gel MR, git MR. Bunlar tabi özel merkeze gidiyor, çetelesi tutuluyor. Sonra da gelen hasta sayısına göre ne kadar paraya anlaşılıyorsa zarf içinde gidiyor. Biraz trajik biraz komedi karışık bir şey anlatıyorum ama maalesef bu böyle. Sağlık bakanlığı bunun önünü kesmek için bu muayenehaneleri kapatma yoluna gitti. Bu da çok uygun değil şu anda ama artık bu politika şu anda oturmuş durumda. Bizi teknisyenliğe indirgedi şimdi de performans diye bir bela başımıza getirdi. Herkes performansını arttırarak ne kadar çok döner alabilirim sevdasına kapıldı. Çünkü büyük kentlerde yaşamak kolay değil. Bazı doktorlar komisyoncu gibi hastaları kazanç sağladıkları sağlık merkezlerine yönlendirebiliyorlar. Bir doktor olarak bunları söylemek bana acı veriyor.

“Bir kez akciğer filmi çektiren bir kişinin kansere yakalanma riski %20 artıyor”

Gerekli olmasa bile hastalardan tomografi veya MR isteniyor. Dünyada en çok tomografi çekilen ülke Türkiye. Tomografinin nükleer bir silahtır. Bu tipte kullanılan teknolojilerin hemen hemen hepsinin icat edilmesi savaş sebebiyledir. Silah değiştirme kullanımında önce bunlar bulunuyor. Sonra tıp alanına, o sıcak paranın geldiği alana kaydırılıyor bu teknoloji. MR da böyle, ultrason da böyle, tomografi de böyle. Tomografi bunların en tehlikelisi. Bir akciğer filmi çekildiğinde aldığınız radyasyon dozunun 20 katı hangi alanı tarıyorsanız vücudu baştan sona tarıyorsanız belki 100 kat daha yüksek bir radyasyona maruz kalış demektir. Bir kişinin bir kez akciğer filminin çekilmesi sonucu hiç çekilmemiş birine göre tiroit kanserini geliştirme oranı yüzde 20 daha fazla. Akciğer filmi çekilirken tiroit bezi de maalesef onun alanına giriyor. O da ışın alıyor. Batıda özellikle bunu korumak için boyunluklar var. Ama bizde bırakın hastayı filmi çeken teknisyenler kendine bile yapmıyorlar. Çeken teknisyenlerin özel kıyafetleri var. Genital organlarını koruyucu ışınlardan korunmak için özel koruyucular vardır. O şekilde çekiliyor. Bir vücudu tarıyorsunuz her milimetreyi ışınlıyorsunuz. Bütün organların aldığı özellikle bu iç salgı organları, genital organlar çok hassastır radyasyona karşı. Bunlar da böyle bir sonuç.


“Müthiş kaynak israfı var”

Bizim toplum da aklen malul. Aziz Nesin de diyor ya yüzde 50'si aptal bir toplum diye. Espri olsun diye söylüyorum ama yüzde 50'de değil. Daha fazla. Çünkü internetten bakan, komşusundan bir şeyler duyan geliyor. “Hemen bana bir tomografi yazın” diyor. Buna “hayır” dediğiniz zaman da bir dilekçeyle sizi şikayet ediyor. Ertesi gün başhekimlikten, sağlık müdürlüğünden, Başbakanlıktan 5-6 tane soruşturma evrakıyla karşılaşabiliyorsunuz. Bazen takipleri o kadar trajik yapıyorlar ki hemen bir müfettiş gönderiyorlar Ankara'dan. Daha sonra da istemeden de olsa hastaların talebini karşılamak zorunda kalıyorsunuz. Eğer herkese tomografi çekerseniz bu toplum 10 sen sonra milyonlarca kanser, sağanak halinde kanser hastasıyla karşılaşırız. Bir de tabi bunun maddi alanı var. Siz her önünüze gelenden tomografi istiyorsunuz bu da pahalı bir yöntem ve devletin kaynakları gereksiz yere harcanıyor. Kaynak israfı dediğimiz olay. Dolayısıyla bu performans hikayesi çıkartıldığından bu yana sağlık giderleri belki 4'e, 5'e katlandı. Şu anda belki yıllık 4 Trilyon falan. Bunu Türkiye bütçesinin uzun süre kaldırması mümkün değil. Bundan geri dönülmesi lazım. Eskiden muayenehanelerde insanlar 100-200 TL para verip muayene oluyordu ama doktor ondan o parayı aldığı için onun işini bitirmek zorunda hissediyorlardı kendilerini. Hasta da bu durumda hesap sorabiliyordu. Şimdi böyle değil. Bunun tek ölçüsü performans oldu. Performans elde edebilmesi için hastaları çabucak elinden geçirmesi gerekiyor.1 buçuk dakikada bir hasta muayene etmesi lazım. Fakat bu süreler içerisinde de hastanın işi bitmiyor. Çok zor zaman alıcı, sıkıcı, komplikasyonlu ameliyatlara kimse bulaşmıyor. Bu hastalar oradan oraya sürekli paslanıyor. Bunların tabi hepsi müthiş kaynak israfına sebep oluyor.

“Organ mafyası olmasının ihtimali yok”

Organ mafyası çok abartılan bir konu. Bunun ihtimali yok. Bunların hepsi şehir efsanesi. Doktorların bile yüzde 90'ı bu organ mafyasına inanıyor. Çünkü çok fazla yerde söz konusu olmaya başladı. Organları çalınan bir kadının hikayesinden bahsedildi. Hikayeye göre bir süpermarkette parfüm koklatıldığı sırada bayıltılan ve ormanlık alanda organları alındıktan sonra aynı süpermarketin çöplüğüne bırakılan bir kadın. Bizim Organ Nakli Kuruluşları Koordinasyon Derneğimiz var.  Toplantılar sonucunda sağlık bakanlığını da devreye soktuk. En sonunda emniyet genel müdürlüğüne soruldu. Sizin kayıtlarınızda böyle bir şey var mı, böyle bir şikayet var mı? Emniyet Genel Müdürlüğü bütün vilayetlere sordu hiçbirinden böyle bir kayıt yok. Jandarmadan da aynı şekilde. Hakkari'de 4 yaşında bir çocuk kayboldu hemen gazeteler organ mafyası kaçırdı yazdı. 1 hafta sonra çocuk evin içinde yengesi tarafından öldürülmüş bir şekilde bulundu.


“Organları sadece aile izniyle alabiliyoruz”

Organ iki şekilde temin ediliyor. Biri canlıdan, biri de kadavra dediğimiz beyin ölümü gerçekleşmiş kişiden organlardır. Beyin ölümü gerçekleşen kişiden alınan organ sadece ve sadece yoğun bakım ünitesindeyse alınabilir. Onun dışında dünyanın en gelişmiş hastanesi de olsa onun organları kullanılamaz. İşe yaramayan organı kim kime satabilir? Beyin ölümü gerçekleştikten sonra 4 ayrı uzman; kardiyolog, yoğun bakım uzmanı, beyin cerrahı ya da nörolog bunların ortak olarak imzaladıkları bir zabıt sonucunda buna karar verildiyse bizim organ nakli koordinatörü dediğimiz her hastanede iki kişidir. Onlar özel eğitiliyorlar. Bu zaptı alarak aileleriyle konuşuyorlar. Eğer aile onay verirse ancak organ alabiliyoruz.  Ölen kişi sağlığında organ bağış kartı doldurmuş olsa bile, ailesine vasiyet etmiş olsa bile bizim yasalarımıza göre ailenin izni olmadan hiçbir beyin ölümü gerçekleşmiş kişiden organ alınamaz. Sadece kornea alınabilir. Kornea ailenin iznine tabi değildir. Gözün bütünlüğüne zarar verecek bir uygulama değil. Bir hastanın organlarının alınabilmesi için yoğun bakım ünitesinde bir makineye bağlı olması gerekir. Çünkü beyin ölümünden sonra kalp bir süre durur.  Yine de hasta kaybedilirse en az 10 kişilik bir ekip alınacak organ sırasına göre işlemini yapıyor. Önce kalpten başlanıyor. Kalpçiler çıkarıyor, çekiliyor. Akciğer veya karaciğer uzmanları giriyor daha sonra devreye. Daha sonra böbrekler alınıyor. Daha sonra pankreas, ince bağırsaklar,  kullanılacaksa tabi her organ kullanılamıyor. Kalbi bir kaç kez durup da daha sonra suni solunum veya elektroşokla hayata dönen bir hastanın kalbi kullanılmaz. Bu kadar uzmanın dahi olduğu bir işlemi siz gayri yasal merdiven altı denilen bir ortamda alamazsınız. Alsanız bile o işe yaramaz. Çünkü çok steril bir alanda çalışmak zorundasınız. Daha sonra kullanılan organ reddedilmesin diye çok yüksek doz ilaç kullanıyorsunuz. Onlar kimilerinin savunma mekanizmalarını kırıyor. Enfeksiyona açık hale geliyor. Dolayısıyla mümkün olduğu kadar steril yapılması lazım. Bunların hepsi bir tarafa bu kadar doktorun, bu kadar teknisyenin, bu kadar hemşirenin dahil olduğu bir operasyonu nasıl bu kadar kötü olabilir. Bunu biri sızdırmaz mı, şikayet etmez mi. Böyle bir şeyin olması mümkün değil.

“Bu organ mafyası denen şey yurt dışından ithal edilen bir laf”

Canlı nakilde zaten ya ailesi veriyordur ya da kanunen 4. derece akrabalar ve eşinizin ve 4. dereceye kadar birincil derece yakınları size organ verebilir. Bunun önünde de herhangi bir engel yok. Bu zaten alıcı-verici bir süre tetkikten geçiriliyor. Böyle bir olayda yolsuzluk yapmanın mümkünü yok. Bu organ mafyası denen şey yurt dışından ithal edilen bir laf. Onun da sebebi şu; bir dönem Brezilya'da olmuş olanlar Dünya Sağlık Örgütü’nün (DSÖ) ayıtlarında var bunlar. Bu amazon ormanlarının derinliklerinde yaşayan kabileler medeniyetle bağı olmamış kabileler yakalanıyor daha doğrusu hala var onlar. Bir dönem bir kıtlık var o bölgede, aç kalmışlar büyük şehirlere ve çöplüklere saldırmışlar. İnsanlar bu yarı çıplak kabileden korkmuşlar. Bir süre sonra polis bir karar alıp bunların organlarını ameliyathanelerde almışlar. Bunlar DSÖ nün kayıtlarında var. Bu şekilde organ mafyası lafı literatüre girdi. Buralardan bizim basına gelip de yaygarası kopartılan bir durum.


 “Azmi Hoca’ya teşekkür borçluyum”

Sağlık personelleri ile hasta yakınları arasındaki oluşan problemler, doktorların kendilerini hastaların yerine koymasıyla aşılacaktır. Özellikle bizim eksik olduğumuz bir alan bu. Yetiştirilmeden kaynaklanan bir eksiklik. Belki bizim toplumumuzun genel dinamikleriyle ilgili hastanın yerine kendimizi koymuyoruz. Doktorlar kendilerini hastalarının yerine koyarak kendilerine nasıl davranılmasını istiyorsa o şekilde hastaya yaklaşması gerekiyor. Bazı insanlar, bazı durumlarda çok abartılı tavırlar sergileyebiliyor. Hastalara karşı da anlayışlı davranırsanız onlar sizi ölünceye kadar unutmuyorlar. Hala beni arayıp da bu gece senin için dua ettim hocam çok hastam var. Ben 5 sene organ naklini tek başıma yaptım. Ben tek başıma bir hemşireyle organ aldım. Dünyada bir oluru yok bunun. Ama ne sağlık bakanlığı ne sağlık müdürlüğü ne hastane başhekimi bana ikinci bir kişi vermedi. Ama sonuna kadar direndim. Hocamız Azmi hocanın sayesinde bu engelleri aşabildik. Ona çok büyük teşekkür borçluyum.”

Editör: TE Bilişim