Hastane odasında

İki ağabeyim valilik görevlerinde bulundu. İkisinin de görev yaptığı illere kardeşleri olarak bizler hiç gitmedik. Çünkü, otobüsle gidin demesinler ki, “Vali, kardeşini garajlardan devlete ait makam aracıyla aldırdı” diye. Onlara en küçük laf-söz gelmemesi her zaman önceliğimiz oldu.

Önemli görevlerde bulundukları dönemlerde bile ağabeylerime devletle veya görevleriyle ilgili hiçbir konuyu sormadım. Aslında sorsam bile onların da söylemeyeceğini bilirim. Bunun en yakın tanığı özellikle İçişleri Bakanlığı haberleri konusunda uzmanlaşmış meslektaşlarımdır. Çünkü, bilirim ki gazeteci olarak bizler “hancı”, o makamlarda bulunan “yolcu”dur.

DOLMUŞTAKİ VALİ

Geçen pazar günü, İstanbul Göztepe Prof. Dr. Süleyman Yalçın Şehir Hastanesi'nin 7. katında, emekli vali, ağabeyim Refik Arslan Öztürk'ün yanındaydım. Amansız bir hastalıkla amansız mücadelesi sürüyor. Prof. Dr. Asıf Yıldırım ve ekibine emanet.

Valilik döneminde Ankara'ya devletin aracıyla değil, bilet parasını kendisi ödeyip otobüsle gelirdi. Herhalde Türkiye'de temsil ve ağırlama giderinin en az harcandığı il, Öztürk'ün görev yaptığı il olurdu. Özel telefonlarını mesai sonrasına bırakırdı ki konuşma indirimli olsun diye.

Tatile asla devlete ait makam otomobiliyle gitmezdi. Tatilde olduğu bir dönem dolmuşla giderken polis, araçları durduruyor, genel arama ve kimlik kontrolü yapıyor. Yolculardan birisinin kimliği dikkatini çekiyor. İçişleri Bakanlığı tarafından verilen kimliğin üzerinde “Vali” yazıyor. Polis bir kimliğe, bir valiye bakıyor. Orada bulunan gazeteciler, dolmuşta bulunanlardan birisinin üzerinde “Vali” kimliği çıktığını öğreniyor. Polisler, valiyi kendi araçlarına davet edip gideceği yere götürmek istiyor. Vali, teşekkür ediyor.

Bu olayı önce Cumhuriyet Gazetesi yazdı. Sonra gazeteci-yazar rahmetli Şakir Süter köşesine taşımıştı. Böyle valiler şimdi var mı bilemem. Ama, hafta içinde Kübra Par'ın, İsmail Saymaz'ın valilerle ilgili yazıları, günümüzde “Devletin valisi” nin azaldığını, devlet adamı anlayışının nasıl evrildiğinin göstergesiydi.

“DEVLETİMİZ” DEDİ

Hastane odasından ayrılmadan önce ağabeyime bir isteğinin olup olmadığını sordum. Yarı baygın vaziyette, konuşmakta zorlanarak “Daha ne isteyeceğim devletimizden. Devletimiz sağolsun. Hastaneye yatırılmışım, iğnemi, ilacımı, yatağımı, yorganımı devletimiz veriyor. Doktorlarımız, hemşirelerimiz, sağlık görevlilerimiz canla başla çalışıyor. Daha ben ne isteyebilir ki. Herkese sağlıklar dilerim” dedi.

Hasta yatağında, etrafında kablolar, kolunda iğnelerle acılar içindeki ağabeyimi orada bıraktığımda ne diyeceğimi, ne yapacağımı bilemedim. Devletine bu kadar sadakatle bağlı olmanın zor olduğu bir dönemdeyiz. Bulunduğu ildeki kamu fabrikasının birilerine peşkeş çekilmesini önlediği için görevden alınmasının üzüntüsü tamam ama devlet malını peşkeş çektirmediği için görevden alındığından da zerre kadar üzülmemiştir. Hep “Valiliğin bir günü de, 10 yılı da bir” diyordu. Bir gün o makamların biteceğini bildiği için hiçbir zaman gücünü koltuktan alıp şaşalı bir yaşam sürmedi, hep kendisi gibi oldu…

“BEKİR ABİ VEFAT ETMİŞ”

İstanbul'da, hastanede bir ağabey bırakarak Ankara'ya döndüm. Bir saat sonra sevgili Deniz Zeyrek'i bir doktor arkadaşı aramış, “Bekir Bey'in durumu kötü” diye. Deniz'e, “Yok yok, Bekir ağabey çok iyi maşallah. İki gün önce konuştum” dedim. Ama, içim rahat değildi.

Birkaç telefondan sonra acı haberi öğrendim. Gazetemizin Genel Yayın Yönetmeni Metin Yılmaz'a, “Bekir abiyi kaybettik” dedim. Emin Çölaşan abinin haberinin olması gerekirdi. Aradığımda, “Eee ne var yok abi” diye devam ettim. Haberi yoktu. Üzücü, acı haberi O'na yani yakın dostuna verirken zorlandım. “Abi Bekir abinin durumu iyi değilmiş” dediğimde, “Vefat mı etti yoksa., doğru söyle” dedi. Doğru olduğunu duyunca, abimin hıçkırıklarını duymaya başladım.

“İÇİM CIZ ETTİ”

Bekir abinin cenaze törenine gelmek için bizi arayanlardan birisi de savcılıklardan gelen soruşturma evrakları, mahkeme kararlarını bize getiren polis memuru Şaban'dı. Şaban Bey, ofisimize her gelişinde savcılık-mahkeme, polis evrakları getirirdi. Emekli oldu ama biz onu, o da bizleri unutmadı.

Okuyucularından “Bir filozofu kaybettik” diyen de var. Bana gelen onlarca iletiden birisini aktarıyorum:

“Sadece yazılarından ve fotoğraflarından tanıdığım Coşkun'un vefatı içimi cız ettirdi. Hani bir ebeveyn, bir kuzen, sevdiğiniz bir insan vefat edince insan nasıl dona kalırsa bizde evde dona kaldık demek istiyorum yüreğimiz cız ettikten sonra. Türkiye'de milyonlarca insanın Coşkun'un vefatından yüreklerinin burkulduğunu bilmenizi isterim. Sayın Saygı Öztürk, sizin vesilenizle gazetenize ve tüm yazarlara başsağlığı diliyoruz. -Mustafa Tongar/E.Coğrafya Öğretmeni.”

Okuyucularından gelen sel gibi iletilerden bir örnek aktardım. Abimiz bu iletileri okurken ne kadar mutlu olurdu.

Editör: TE Bilişim