6 yıldır devam eden Ergenekon soruşturmasında tutuklu olan Bilecik Gölpazarı
 Türkmen köylü olan Veli Küçük en son çıktığı mahkemede verdiği savunmasında  sürece ilişkin her şeyi anlattı.

Ergenokon Tutukluları son savunmalarını yaparken 6 yıldır Silivri cezaevinde tutuklu bulunan Bilecik İl jandarma Tugay eski Komutanı Veli Küçük’ün en son mahkemede  Bilecik’inde adı geçtiği  yaptığı savunmayı yayınlıyoruz.

İşte Veli Küçük'ün geçtiğimiz günlerde Ergenekon mahkemesinde yaptığı o savunmanın tam metni:

"Neden burada olduğumun açıklamasına bir anektodum ile başlayacağım;

Rahmetli Ebulfeyz Elçibey 2000 senesi Mayıs ayında Türkiye'ye gelmişti. Bu sağlıklı olarak Türkiye'ye son gelişi oldu. Zira, 2000 yılının 22 Ağustos'unda uçmaya gitti.

Ben Bilecik Tugay Komutanı olarak görev yapıyordum, bu yakın dostum, Bilecik'e ziyaretime gelmişti.

Sohbetimiz esnasında, bana, "yok olacaksınız" dedi. Ne demek istediğini sorduğumda, "Özün için danışmam, bu coğrafya değişecek, bu coğrafyanın değişmesi için önce siz yok olacaksınız. Bu coğrafyada böyle güçlü bir orduyu yaşatmazlar" demişti.

Gerçi benim de senelerdir her ortamda dile getirdiğim benzer endişelerim vardı. Fakat bu kadarını beklemiyordum.

Türk ırkının aksakalı, o zaman bu günleri görmüştü.

Küresel egemenliğini süresiz kılmak amacıyla stratejik önemdeki Büyük Ortadoğu coğrafyasına hâkim olma ve kendisine rakip olabilecek güçleri engelleme stratejisi izleyen ABD, Türkiye’nin Müslüman çoğunluklu laik devlet yapısını, Genişletilmiş Orta Doğu Projesi içinde model olarak görmek istemekte, Türkiye’yi bu proje içinde, jeostratejik açıdan önemli bir bölgede olması ve stratejik yetenekleri nedeniyle kilit ülke olarak tanımlamaktadır.

1999 yılında dönemin ABD Başkanı Clinton, Türkiye ile İslam'ı özleştiren yeni bir terim üreterek, Türkiye’yi “Laik bir İslam Devleti” olarak tanımlamıştır. Bu tanım, Büyük Ortadoğu Projesine bağlı “Ilımlı İslam” fikriyatının ne zaman şekillenmeye başladığının da açık bir işaretidir.

ABD Başkanı Bush'un Dünya haritasında "Dünya haritasında parmağımı Türkiye'nin üzerine koyuyorum, içim titriyor" söylemi de bu ihtirasın en açık göstergesidir.

2003 tarihinde Bush yönetimine sunulan “Sivil Demokratik İslam: Ortaklar, Kaynaklar ve Stratejiler “başlıklı raporda;

İslamın kontrol altına alınması için öneriler şöyledir;

* Öncelikle ılımlı İslam’ı destekle ve mali destek sağla, liderlik modeli oluştur ve bu modele uygun liderler belirle.

* Öte yandan laikleri de destekle ve bu kapsamda; köktendinciliğin ortak düşman olarak algılanmasını teşvik et.

* Milliyetçilik ve solculuk temelinde ABD karşıtı güçlerin birleşme, birlikte hareket etme heveslerini kır.

Aynı raporda, Fethullah Gülen'in, Ilımlı İslam’ın en önde gelen liderlerinden biri olduğu ve Türkiye’nin Ilımlı İslam için iyi bir model oluşturduğu tespitinde bulunularak, bu konuda Türkiye’deki iktidarın desteklenmesinin altı çizilmiştir.

Uzun yıllar CIA Türkiye İstasyon Şefi ve Ortadoğu Masası Şefi olarak çalışan Graham Fuller, "Yeni Türkiye Cumhuriyeti" adındaki kitabının “Türk İslamının Yeniden Yükselişi” bölümünde;

Kuşkusuz AKP pat diye gökten düşmemiş, Türkiye’de 35 yıllık bir zaman zarfında evrilip gelişmiş, öğrenmiş ve değişmiş bir dizi İslami hareketin içinden büyüyüp ortaya çıkmıştır. Ancak AKP, 1970’ten 1997’ye kadar birbiri ardına dört farklı İslamcı partiye -ki zamanla bu partilerin her biri kapatılmıştır- liderlik etmiş olan Necmettin Erbakan’ın daha geleneksel İslamcı etkisinden ilk kurtulan partidir.denmektedir.

Graham Fuller, 1980 ihtilalinden sonra İslamcı politikanın gelişmesi hakkında yazdıkları da oldukça ilginçtir.

Türkiye’de İslamcı partilerin güçlenmesi ülkedeki tedrici siyasal, toplumsal ve ekonomik demokratikleşmeyi yansıtır... Bu değişiklikler en azından üç grubu güçlendirmiştir:

* Yeni ve büyüyen bir Anadolu işadamları sınıfı,

* şehirlerdeki geleneksel alt sınıflar,

* modern oldukları halde İslami gelenekte anlamlı bir kimlik bulan, yeni ve büyüyen bir İslami profesyoneller ve entelektüeller sınıfı.

Bu gruplar Türkiye’nin karakteri, kimliği ve gelecekteki dış politika yönelimi üzerinde giderek artan etkilere sahiptir..... artan dış ve iç baskılar 2001 yılında kurulan AKP’yi, kuruluşundan sadece bir yıl sonra, 2002 yılında yapılan seçimlerle tek parti iktidara getirmiştir.” demektedir.

Kitabının sonunda ise şu analizi yapmıştır.

AKP, siyasi düşmanlarını, özellikle de Kemalistleri ve orduyu kenarda tutabilmek için Washington’la iyi ilişkilere sahip olmak istemektedir. ABD ve AB’nin Türkiye’de demokratikleşme ve liberalleşmeye destek vermesi, Türk siyasetinde İslamcıların konumunu doğrudan sağlamlaştırmaktadır.

Ne demişti eski CIA Türkiye sorumlusu Graham Fuller:

“Türkler Ilımlı İslamı benimsemelidir. Ilımlı İslam Atatürkçülüğü silmeye yönelik karşı bir devrimdir. Bu devrimin karşısındaki tek güç Türk ordusu ve aydınlardır ve tasfiye edilmelidir:

Veli Küçük ise, çeşitli yerlerde yaptığı konuşmalarında ve yazılarında; "islam islamdır. İslamın ılımlısı, yumuşağı, yuvarlağı olmaz," demiştir.

"KUVVETLİ SUÇ ŞÜPHESİYLE TUTUKLULUĞUNUN DEVAMINA"

Ne demişti, Ekim 2009'da sözde teorisyen, Atatürk düşmanı, iktidar yağdanlığı Mümtazer Türköne;

Türk askerinin şerefini, ülkemizin güvenliğini, Türkiye'nin birliğini, halkın hukukunu, devletin bekasını koruyabilmek için bu ‘kurumsal yapı’ya son vermemiz ve yeni bir ordu kurmamız lâzım. Bizim bir Nizam-ı Cedit ordusuna ihtiyacımız var"

Başbakan Tayyip Erdoğan’a terörle mücadele konusunda rapor sunan AKP Kütahya Milletvekili ve sözde terör uzmanı İdris Bal'ın Ağustos 2012 de dediğine bakalım: "Ordu da, çürük yumurtaları ayıklama başlamış durumda. Kafamız net olursa 1-2 seneye kadar terör biter "

Bu söz, AKP'nin bugün yürüttüğü sözde barış ama aslında ihanet ve bölünme projesinin önündeki en önemli engelin Türk Silahlı Kuvvetleri olarak gördüğünü göstermektedir.

Evet;

21 Ocak 2008 günü evi basılarak gözaltına alınan Veli Küçük değildi. TÜRK ORDUSU idi.

Henry Kısınger’in şu sözü ise birçok gerçeğin özetidir.

“Biz Amerika olarak neden çok güçlüyüz, biliyor musunuz? Bizler, Amerika olarak, aramızdaki, vatan hainlerini hemen öldürürüz! Dünyanın diğer birçok Ülkesindeki vatan hainlerini ise kahramana dönüştürerek, ülkelerinde önemli yerlere getiririz!"

Amerikanın uzun yıllar üzerinde çalıştığı ve Türkiye üzerinden gerçekleştireceği operasyon için öncelikle Türkiye'de işbirliği yapacak bir iktidar yapısının oluşturulması ve zamanı geldiğinde bu planın önünde engel olarak görülen tüm unsurların yine bu iktidar eliyle tasfiye edilmesi gerekmekteydi.

Başlandı, ancak, başaramayacaklar.

Yapılan darbenin ilk ayağı olarak öncelikle Türk Silahlı Kuvvetleri’nin esir alınması gerekiyordu, işte bu amaçla yola çıkan tertipçiler, burada yıllardır esir tutulmamızın alt yapısını adım adım hazırlamıştır.

Bunun için Veli Küçük üzerinden 80'li yıllardan itibaren çalışılmaya başlandı.

Bu noktada ATATÜRK'ün subaylarına ve ordusuna seslenişi herzaman aklımdadır, ne demişti emperyalizmin işbirlikçileri tarafından unutturulmaya çalışılan Önderimiz;

"Dünyada hayat için, insanca yaşamak için bağımsızlık lazımdır. Bağımsızlık sahibi olmak için kuvvet sahibi olmak ve bunun için mevcudiyetini ispat etmek icap eder.

Kuvvet ordudur.

Orduyu imha etmek için mutlaka subayı mahvetmek, aşağılamak lazımdır. Bundan sonra milleti koyun sürüsü gibi boğazlamakta engeller müşkülat kalmaz.

Şahsi ve hurisi itibariyle de subaylar, fedakarlar sınıflarının en önünde bulunmak mecburiyetindedirler.

Çünkü düşmanlarımız herkesten önce onları öldürürüler. Onları aşağılar ve hor görürler. Hayatında bir an olsa bile subaylık yapmış, subaylık izzetinefsini, şerefini duymuş, ölümü küçümsemiş bir insan, hayatta iken, düşmanın tasarladığı ve reva gördüğü bu muamelelere katlanamaz.

Dolayısıyla subay için "ya istiklal, ya ölüm" vardır.

Binlerce yıllık şanlı geçmişi bulunan Türk Silahlı Kuvvetlerini alt etmek için aynen böyle davrandılar, tasfiye süreci bu defa eskiden olduğu gibi suikastler ile yapılmadı, Ilımlı İslam Darbesinin hedefe yerleştirdiği kişiler ve öncelikle Atatürk'ün subayları Darbeci, katil, rüşvetçi, PKK işbirlikçisi, Hizbullahın kurucusu olmakla suçlandı, terör örgütü olarak ilan edildi, bu şekilde tam bağımsızlığı, Atatürk ilkelerini, Cuhmuriyeti, Milliyetçiliği ve ulusal değerlerin tamamını savunan tüm unsurlar da belki esaretin kışlasına alınmadı ama sindirildi ve korkutuldu.

Geldiğimiz noktada;

AKP’nin Amerika ile neden ve nasıl işbirliği yaptığı ortadadır;

Ülkenin İslamcı bir geleceğe nasıl bilinerek ve istenerek kaydırıldığı ortadadır;

Türkiye’nin cemaat rüzgarını da arkasına alarak adını "Ilımlı İslam" koydukları bir yapıya adım adım nasıl götürüldüğü ortadadır;

AKP'nin nasıl tek parti iktidarı haline geldiği ortadadır;

Tek parti iktidarının nasıl bütün güçleri savaşarak ele geçirmek istediği ortadadır;

Üniversiteler ortadadır;

Yargı kurumları ortadadır;

Medyanın nasıl kuşatıldığı ortadadır;

Bu büyük millet, her zaman emperyalistlerin ve onunla işbirliği yapanların çeşitli oyunlarıyla karşılaşmış, vatan sevdalılarının niceleri ihanet çeteleri tarafından yargılanmıştır.

Bu vatan Nemrut Paşa Divanını görmüş, Kaymakam Kemal Bey'in hangi kumpaslarla sözde yapılan yargılamalar neticesinde katledilişine şahit olmuştur.

Bu memleket Bekirağa Bölüğünde tutsak edilen vatanseverleri bağrına bastığı gibi, bugünün esirlerini de aynı kadirşinaslıkla anacaktır.

Kaymakam Kemal Beyi asan zihniyet bugün nasıl lanet ile anılıyorsa, bugünün milli mücadele neferleri de tarihte hakettikleri yeri alacaktır.

O günün muktedirlerinin zulmü bugün nasıl lanetleniyorsa, bu günkü zulme alet olanlar da yarın, hakettikleri şekilde vicdanları gibi kapkara anılacaktır.

Burada yapılan bir yargılama değildir.

Burada ihanetin kılıfı hazırlanmıştır.

Burada BEN savunma yapmıyorum, suç olmayan yerde savunma olmaz.

Burada söylenmesi gereken herşey, açıklanması gereken bütün hususlar, tarihe düşülecek bütün notlar defalarca söylenmiştir.

Gelinen aşamada uydurulmuş deliller ve kotarılmış tanıklarla yapılmaya çalışılan esaretin perdelenmesidir.

Zira 2000'li yıllarda başlayan operasyonun tamamlanması için biraz daha süreye ihtiyaç vardır.

Emniyet İstihbarat Daire Başkanı Sabri Uzun ne diyor?

"Beni kandırmış olsalardı, 2002 de senaryoyu oynamaya oynamaya başlayacaklardı" diyor.

Gerçi, 2001 de başlamadı ancak, Karşı Darbe Operasyonunun ilk sinyalleri de Ilımlı İslam Projesinin Amerikadaki Şovalyesi Fettullah Gülen tarafından 2005 yılında "Ulusalcı dalgayı aşacağız" diyerek verilmişti.

Polisin Tuncay Güney ile hukukta yeri olmayan şekilde yapılan mülakatın 51. sayfasında Tuncay Güney'e hitaben "hadi anlat" ikazına Tuncay Güney ne diyordu? "Neyi? Senaryoyu mu?"

2006 yılına gelindiğinde halkın gücü ve direnişinin hedeflerinin önündeki en büyük engel olduğu menfur Danıştay Cinayetinin sonrasında yaşanan onurlu tepki ve direnişle gördüler.

Korkmuşlardı, hemen çözüm üretilmeliydi, tepkiler bastırılmalı, uyanış engellenmeliydi.

Uzun bir zamandır sessizce izleyen ve bekleyen laik ve cumhuriyetçi kitle ilk defa gerçek gücünü o cenaze töreninde gösterdi.

Gerçekten de Amerikadaki "Akil Adam"ın dediği gibi Ulusalcı dalga önlerindeki en büyük engeldi.

Menfur cinayeti ulusalcıların üzerine yıkmak için yapılan ilk hamle, henüz ele geçirilememiş kalelerden olan YARGIDAN 2006 yılında döndü, bir sonraki hamleye kadar beklemeye alındı, ancak bu sırada satılık kalemler ve işbirlikçi basın tarafından dezenformasyon çalışmaları başlatıldı.

Veli Küçük ve Muzaffer Tekin ismi sistemli ve sinsi bir şekilde belirli gazetelerde Danıştay saldırısı ile birlikte anılmaya ve dillendirilmeye başlandı.

Veli Küçük'ün İsveç-Stokholm'de Dünya Azerileri toplantısında çekilmiş olan fotoğrafındaki bir şahsın, Danıştay saldırısı sanığı Alparslan Arslan olduğu bir gazetede yayınlandı. Şahsın Alparslan olmadığı, Azeri bir genç olduğu kesinlik kazanmasına rağmen ithamlar devam etti. Bunun gibi birçok mesnetsiz karalamalar ile hedef gösterildi.

Bu kasıtlı ve planlı hareket, bir sonraki adımın hazırlık aşamasıydı.

2007 yılına gelindiğinde yaşanan "Cumhuriyet Mitingleri" ulusalcı dalga olarak adlandırılan toplumsal hareketin zirve noktasıydı.

Harekete geçilmesi gerekiyordu.

Düğmeye basıldı.

Olmayan bombalar, bir çatı katında sözde bulundu.

Plan şahaneydi. Bir taşla iki kuş vurulacaktı. Hem iktidarı elinde bulundurmanın şımarıklığı ile din bezirganlığı yapan sahte dindarların "işte o üyeler" başlığı altında hedef gösterdiği Cumhuriyet neferlerini, onurlu ve dürüst yargı mensuplarını hedef alan eylemin AKP tarafından yaratılan siyasi ortamdan beslendiği gerçeği kamufle edilecek, hem de cinayet ulusalcıların üstüne atılarak tertip başlatılacaktı.

Bundan sonrası çorap söküğü gibi geldi.

Öyle ki, daha sonra örgütdaş ve eşgörevli oldukları iddia edilecek olan Muzaffer Tekin ve Veli Küçük 6 ay arayla tutuklanacaktı.

Ama, iddianamenin ve mütalaanın pek kıymetli sözde örgüt belgeleri Veli Küçük tarafından Muzaffer Tekin tutuklanmış olmasına rağmen her nedense evinde tutulmaya devam edilecekti!!!

21 Ocak 2008 günü, sabahın köründe, Veli Küçük'ün evi yetişkin polisler tarafından basılmış, evin bulunduğu mahalle polisler tarafından tamamen işgal edilmiş, evde arama yapan polisler doğruca Veli Küçük'ün çalışma odasına girmiş, sözde arama başlatılmıştır.

Çalışma odası tıkabasa kitaplar, dosyalar ve klasörlerle dolu haldedir. Kütüphane gözlerinin en üstünde olan, hiç kullanılmayan klasörlerdeh bir tanesi alınmış, içi açılmış, içinden sonradan "Ergenekon Belgeleri" denilecek olan döküman çıkmış ve bu belgeler, evde hazırlanan tutanak ile kayıt altına alınmıştır.

Tutanakta Lobi belgesi yoktur. Zira evde bulunan dökümanların içinde bu belge yoktur. Ancak iddia safhasında defaten Lobi belgesinin Veli Küçük'te bulunduğu iddia edilmiştir.

Elle konulmuş gibi bulunan ve el konulan (gerçi "gibi" kelimesi fazladan olsa da) dökümanın yanısıra, içerisi incelenmeden, Veli Küçük'ün çalışmalarından oluşan 30'a yakın klasörüne de el konulmuş ve götürülmüştür.

"Gibi" kelimesi neden fazla;

Veli Küçük'ün çalışma odasında silah dolabı mevcuttur. Dolapta 11 adet uzun nammlulu silah açıktadır. Bu silahlardan otomatik ve yivli olanların üzerine dürbün montelidir.

Bu tüfeklerin üst gözünde, açıkta beş adet tabanca, tabancaların üst gözünde ise çeşitli bıçaklar vardır.

Veli Küçük, tüfeklerin ve tabancaların da incelenmesini talep etmesine rağmen bakılmaz.

Bu tüfeklerin ve tabancaların tamamının ruhsatlı olduğunu nerden biliyorlardı?

Bu nedenle, belgeler konusunda, "elleri ile koymuş gibi" cümlesindeki "gibi" kelimesinin fazladan kullanıldığına inanıyorum.

Bütün bunlara bir açıklama getirilemeyecek, 2001 yılında "saçma sapan" bulunan sözde belgeler bir anda çok muteber hale getirilecekti.

Üstelik, bu belgelerin ve sözde örgütün Amerikadaki haham tarafından işkence altında oluşturulduğunu defalarca söylenmesine ve Mahkeme tarafından da işkencenin suç duyurusuna konu edilmesine rağmen...

Ne hikmetse, söz konusu olan tertip yargılaması olduğunda artık ceza kanununun ve hukukun bin hükmü yoktur.

Aslolan Silivri hukukudur.

Tıpkı Yassıada yargılamalarında olduğu gibi...

O günkü yargılamaları anti demokratik bulanlar, darbe mahkemelerinin nasıl işlediği konusunda bugünü iyi değerlendirmelidir.

Sizlere birkaç anektod aktaracağım;

Yassıada duruşmalarının ilk provası okul olarak tarafımızdan yapılmıştır, Ben o tarihte Kuleli Askeri Lisesi öğrencisi idim. Provadaki görevim ise şimdi kızımın görevi olan avukatlıktı. Duruşmalar radyodan yayınlanıyordu.

Yapılan duruşmalarda genellikle "yazılı müdafaasını verdi veya müdafaasını okudu" şeklinde zabıtlara geçilmiş, müdafaanın içeriği zabıtlarda yer almamıştır.

• Başhakim sanığın savunmalarını kesmek istemiş, hatta, "Bizim burada boş laf dinlemeye vaktimiz yok." diyerek sanığı susturmuş, buna cevaben sanık da "Muhterem Başkanım; idamım istenilen bir cezada kendimi müdafaa etmeyeyim mi?" demişti.

•Bir başka sanığın (Gümrük ve İnhisarlar Bakanı Hadi Hüsman) müdafaasını dinlemek istemeyen Başhakim "Bunların hepsini okuyacak mısınız?" demişti. Bunun üzerine sanık, "O halde müdafaa yapmıyorum efendim" cevabını vermiş, Heyet Başkanı da "Yapmazsan Yapma. Gelmiş buraya tomarlarca müdafaa yapıyor" demişti.

Yukarıda aktardığım konuşmaların sizlere tanıdık geldiğinden eminim.

Ancak bu konuşmalar huzurdaki davada geçmedi, Yassıada yargılamaları sırasında mahkeme zabıtlarına geçen diyaloglardır.

Yassıada yargılamalarının neticesini hepimiz biliyoruz...

Kaymakam Kemal Bey'in yargılanmasına ilişkin hikaye de günümüze ibret ve ders olacak niteliktedir.

Boğazlıyan Kaymakamı Kemâl Bey, Ermeni tehcîrinde ölümlere sebebiyet verdiği iddiâsı ve idâm isteği ile yargılanacaktı.

Kemâl Bey, aynı iddiâ ile, önce Yozgat İstinâf Mahkemesinde yargılanmış ve berâat etmişti. Şimdi, bu mahkemenin verdiği karar dikkate alınmıyor, yeniden Dîvân-ı Harb önüne çıkarılıyordu.

Tıpkı bugün Muzaffer Tekin'e yapıldığı gibi...

Devir öyle bir devirdi ki, Kemâl Bey'i savunacak bir avukat bile bulmak zordu. Fakat Saadeddin Ferîd Bey adında cesâret sâhibi bir avukat gönüllü olarak, Kemâl Bey'in müdâfaasını üzerine aldı.

Tıpkı bugün burada yargılananların avukat bulmakta zorlanmaları, oluşturulan siyasi iklim nedeniyle pek çok avukatın Ergenekoncu yaftalamasından ürkmeleri veya OLUŞTURULAN PSİKOLOJİK ALGI NEDENİYLE BİZE YAPIŞTIRILAN SUÇLU İMAJINA ALDANMALARI GİBİ...

Yozgat'ta berâat eden Kemâl Bey'in yeniden yargılanmasına karar veren Mahkemenin Savcısına göre Kemal Bey'in en şiddetli cezâya çarptırılması lâzımdı.

Tıpkı bugüne kadar Türkiye'de karanlık odaklara hizmet edenlerin gerçekleştirdiği bir çok eylem ve faili meçhul cinayetin, burada bulunan sanıklara yüklenmesi ve bu surette gerçek faillerin ve Amerika'nın ve İsrail'in ve PKK'nın aklanması, suikastlerin perdelenmesine hizmet edilmesi gibi...

Ondan sonra, nereden çıktıkları bilinmeyen bir sürü şâhit, Kemâl Bey'in yaptıklarını bir bir sayıp dökmeye başlamışlardı. Şâhitlerin çoğu komitacıydı. Başka komitacılar da, Istanbul'da buldukları küçük çocuklarını dahi mahkemeye getiriyor, şâhit olarak dinletiyorlardı. Mahkeme heyeti, bunların hepsini sabırla ve dikkatle dinliyordu.

Tıpkı bugüne kadar huzurunuza getirilen katil, paranoyak, müfteri, hasta ruhlu, pek çok tanık ve gizli tanığın akıl ile bağdaşmayan iddialarının Mahkemenizce sabırla ve büyük hoşgörü ile dinlenmesi, bu iftiraları kabul etmeyen, içine sindiremeyen, kendisine hakaret edilmesini onuruna yediremeyerek itiraz edenlerin, Mahkeme Salonundan atılmaları, duruşmalardan yasaklanmaları gibi ...

Azgın bir iftirâ kasırgasının orta yerinde yapayalnız kalmış olan Kemâl Bey, kendisini uzun uzun savunmaya bile lüzum görmüyordu:

- Hepsi yalandır, diyordu, hepsi uyurmadır. Bunların var demesiyle yok olan bir şey var olmaz.

Tıpkı, bugün yokların var edilmesi için Mahkeme huzurunda günlerce dinlenen, yalanlarına çanak tutulan, yoktan yaratılmaya çalışılan uyduruk suçlar gibi...

Neler mi?

–Tanığın birisi, Meclisi basmam için Bana onbin kalpak siparişi verdirdi...

–Birisi, Kırıkkale silah Fabrikasına sabotaj yaptırdı...

–Birisi 500 milyon dolar getirtip Adana-Kozan'da bir bankanın antreposuna koydurdu...

–Birisi TIR lar dolusu külçe altın getirtti...

–Birisi huzurda "Veli Küçük'ü Ankara'da Taner Ünal ile birlikte 20 den fazla gördüm" dedi, Mahkemenize "ortada büyük ber yalan ve yalancı var, buyalancıyı ortaya çıkarın" şeklinde dilekçe verdiğim halde işleme konulmadı...

–Birisi Hizbullah'ı kurdurdu...

–Birisi PKK'yı kurdurdu...

–Birisi Alparslan Türkeş'in kontrolünde olan, Türk Birliğini oluşturma amaçlı onüç milyar doların bende olduğunu söyledi...

–Birisi köpeklerini öldürdüğümü, ineklerini zehirlediğimi söyledi...

–Birisi JİTEM'in sözde faili meçhullerini gimdüğümü iddia ederek, Diyarbakır'da 300 senelik Mezarlığı kazdırdı...

–Birisi Silopi'de asit kuyularına faili meçhullerin atıldığını söyleyerek günlerce kuyu arama kazıları yaptırdı ve bol bol hayvan kemikleri çıkarttı...

–Birisi PKK'ya 24 bin adet silah gönderdiğimi söyledi...

–Birisi Bartholomeos'un Başkanlığında Ergenekon toplantısı yaptırdı...

–Birisi Azerbeycan'da darbe yaptırdı...

–Birisi Trabzonda sözde denetleme sırasında unuttuğum zarfı, Bana getireceği yerde, Ankara'ya Başbakan'a götürdü, başına gelmedik kalmadı...

"KUVVETLİ SUÇ ŞÜPHESİ NEDENİYLE VELİ KÜÇÜK'ÜN TUTUKLULUK HALİNİN DEVAMINA"

Dönelim Kemâl Bey'in yargılanmasına, söz nihayet Kemal Bey'e veriliyordu:

- Düne kadar bir hâkimler hey'eti hâlinde olan sizler, bu dakîkada bir târîh mahkemesi sıfatını almış bulunuyorsunuz. ... Siz kurban seçmekle değil, ancak hak ve adâletle hüküm vermek vicdanî görevini taşıyan bir yüksek heyetsiniz.

Bu müdâfaaya karşı, Reis:

- Kemâl Bey, diyordu, emîn olun, mahkeme, hükmünü hiçbir harîcî hisse kapılmaksızın, sırf kanâat-ı vicdâniyesine istinât ederek verecektir.

Halbuki, Kemâl Bey'in mutlaka asılması için Fransız ve İngiliz işgâl kumandanlarının, Ermeni komitacılarının ve Ermeni Patriği Zaven'in ağır baskısı devâm etmekteydi.

Bunun üzerine, Dîvân-ı Harb Reisi Hayret Paşa, Sadrâzâm Ferid Paşa ile yaptığı şiddetli bir münâkaşadan sonra istîfâsını veriyordu.

Yerine de "Nemrut" lâkâbı ile tanınmış Mustafa Paşa tâyîn olunuyordu.

KARAR

Mahkeme, artık mahkeme olmaktan çıkıyor, evvelden verilen bir emrin yerine getirilmesine me'mur bir hey'et hâlini alıyordu.

Nemrut Mustafa, oturduğu yerden doğrularak Kemâl Bey'e bağırıyordu:

-Kış kıyâmette bu kadar insanı, çoluk çocuğu ile dağlara, yaylalara sürerken Allah'tan hiç korkmadın mı? Bir gün senden bunların sorulacağını düşünmedin mi? Hem üstelik jandarmalara onları süngülenmesini de emretmişsin, ne dersin?

- Hayır, bunu aslâ kabûl etmem. Ben kimsenin ölümü için emir vermiş bir adam değilim.

Sonra sesini daha da yükselterek soruyordu:

- Memleketimiz dâhilinde yaşayan vatandaşları, birini diğeri üzerine sevkederek can ve mal tecâvüzüne teşvik etmenin cezâsı nedir, bilir misin?

- Îdâmdır Paşam...

- Kendi hükmünü kendi ağzınla verdin Kemâl Bey, biz de senin için bu karâra varmıştık.

İNFÂZ

Kemal Bey asılmak üzere Beyazıt Meydanına getirildiğinde son sözü soruldu. O zaman, Kemâl Bey, halka hitâb etti:

- Sevgili vatandaşlarım! Ben bir Türk me'muruyum. Aldığım emri yerine getirdim. Vazîfemi yaptığıma vicdânım emîndir. Sizlere yemîn ederim ki ben mâsumum, son sözüm bugün de budur, yarın da budur. Ecnebî devletlere yaranmak için beni asıyorlar. Eğer adâlet buna diyorlarsa, kahrolsun böyle adâlet.

Heyecandan boğulan çâresiz halk bir ağızdan cevâb veriyordu:

- Kahrolsun böyle adâlet!

- Benim sevgili kardeşlerim, asîl Türk milletine çocuklarımı emânet ediyorum. Bu kahraman millet, elbette onlara bakacaktır. Allah vatan ve milletimize zevâl vermesin, Âmin!

Kemâl Bey, bu mazlûm Türk evlâdı, iskemlenin üzerinden kendini boşluğa bırakmadan birkaç kelime daha söylemek imkânı buluyordu:

- Borcum var, servetim yok! Üç çocuğumu millet uğruna yetim bırakıyorum. Yaşasın millet!

Tarih 10 Nisan 1919'du.

Sizleri tarihin sayfalarında yer alan bu ibret vesikalarını iyi değerlendirmeye davet ediyorum.

Ben her 10 Nisan günü, bu asil Türk Evladının mezarına gidiyor, bir fatiha okuyor, hazır bulunanlara Kemal Bey'i anlatıyordum.

Bu asil insanın heykelini, maddi imkansızlıklarıma rağmen yaptırdım, ancak dikilecek yer bulamadım, zira heykelinden korkuldu. Nihayet Ceyhan Belediyesinin büyük desteği ile ilçenin merkezinde "Kemal Bey Meydanı" olarak bir meydan hazırlanması üzerine bu meydana diktik. Açılışını ise sonradan adı Ergenekona monte edilmek istenen Rehmetli Rauf Denktaş yaptı.

Bugüne geldiğimizde, şuanda huzurunuzda bulunmamın sizin açınızdan sebebi, burada yaptığınız şeyin, (ki size göre adil bir yargılama olarak tanımlanıyor) meşrulaştırılması ve bize biçtiğiniz rolü layıkıyla yerine getirmemiz içindir.

Burada bizden savunma yapıyormuşuz gibi davranmamız istenmekte ve lütfettiğiniz süre içerisinde ve sizin istediğiniz şekilde, sizin tarafınızdan belirlenen sınırlar çerçevesinde sözde kendimizi savunmamızdır.

BEN BUNU KABUL ETMİYORUM.

Tarih huzurunda benim aileme ve torunuma bırakacağım bir tek mirasım var...

Onurum...

Yarın bu mahkeme zabıtları tarih önünde tartışıldığında, torunumun "Dedem bu kadar haksızlık karşısında neden boyun eğdi, kendisini neden bu oyuna alet etti, neden kendisine biçilen rolü kabul etti, herşey bu kadar ortadayken zalimin önünde neden zulmünü haykırmadı" demesini istemiyorum.

Tabii torunum bugüne hangi koşullarda gelindiğini henüz bilmiyor...

Vatan, bu yargılama süreci içerisinde emperyalizmin kontrolünde oluşturulan dikta rejiminin kucağına teslim edilmiştir. Tarihteki modern diktatörlüklere baktığımızda tamamının ortak bir usulü benimsediklerini görüyoruz.

1-Dikta rejimlerinin başarılı olması için öncelikle bir ideolojiyi yaymak zorunluluğu vardır. Mevcut dikta rejiminde ideoloji Ilımlı İslam adı altında osmanlı özentisi bir Başkanlık sistemine geçiştir.

Bu yolda teknolojinin bütün imkanları propaganda aracı olarak kullanılmaktadır. Gazeteler, radyo, televizyon, bir takım sanatçılar ve sözde akademisyenler dikta jejiminin emrindedir.

Bu dikta jejimini ayakta tutmak ve devamını temin etmek için sürekli olarak sahte kahramanlıklar üretilmekte, İsrail'e açıktan fırça atılmakta, dikta rejiminin prestijini yükseltecek göstermelik faaliyetler gerçekleştirilmektedir.

Fakat bir yandan da bu diktanın teminatı olan emperyal unsurlar ile el altından anlaşmalar imzalanmakta, işbirlikleri yapılmakta, ortadoğu üzerindeki emellerini yerine getirecek tüm tavizler verilmektedir.

Propagandanın bir unsuru olarak, Atatürk ilkeleri, cumhuriyet ve çok partili sistem artık terkedilmelidir, laik düzen karalanmalı, aşağılanmalı bu değerleri savunanlar ise suçlu ve aşağılık gösterilmelidir.

2-Dikta rejiminin bir organıdır. Muhalif basın artık yok olmalıdır. Ezilmeli, bastırılmalı, tehdit edilmeli ve hatta hapishanelerde tecrid edilmelidir. Partişah iş başına geldiğinde öncelikle muhalif basının yok edilmesi için gerekenler yapılır.

Bugün Türkiye de yapılan budur. Huzurdaki dava muhalif basının yok edilmesi ve tecrid edilmesi için en etkili araç haline getirilmiştir. Hapse atabildikleri içeride, atamadıkları ise dışarıda ancak işsizdir.

3-Dikta rejiminde yani Partişahlıkta Muhalefet yok edilmelidir. Buna gücün yetmediği yerde itibarsızlaştırılmalı, suç örgütü gibi gösterilmeli, etkin isimleri zindanlarda çürütülmelidir.

Bu dava ile Türkiyede muhalif olan veya etkili bir muhalefet olmuşturması öngörülen tüm unsurlar, siyasi partiler, kişiler ve dernekler yok edilmeye çalışılmıştır.

Türk Silahlı Kuvvetleri halk düşmanı, Cumhuriyet mitingleri darbeci, İşçi Partisi terör örgütü, Ulusal değerleri benimseyen sendikalar sistem düşmanı, Türkiyenin aydınlık yüzünü oluşturan sivil toplum örgütleri, çağdaş yaşamı destekleme vakfı, Atatürkçü Düşünce Derneği gibi oluşumlar terör örgütünün işbirlikçisi ilan edilmiştir.

Huzurdaki dava, Türkiyenin Atatürk ilkelerini savunan kesimi açısından demokles'in kılıcı gibi başlarının üzerinde sallanmaktadır.

4-Modern dikta rejimlerinin en önemli ve vazgeçilmez unsuru TERÖRDÜR. Bunun aracı alarak da Özel Polis Teşkilatları kullanılır.

Totaliter rejimler hiç bir zaman ülkelerinin silahlı kuvvetlerine güvenmemiştir. Bunun için derhal kendilerine doğrudan bağlı, çok daha donanımlı ve özel eğitimli, halkın yatak odalalarına kadar profesyonelce sızabilecek techizat ve cibilliyete sahip bir nevi iç casus teşkilatına sahip olurlar.

Bugünün Türkiyesinde Polis teşkilatı AKP iktidarının özel örgütü olarak çalışmakta, bu konuda Amerikadaki Akil adamın yıllara yayılan özel teşkilatlanması kullanılmaktadır.

Huzurdaki davada itibar edilen tüm bilirkişi raporları Polisler marifetiyle hazırlanmış, itibar edilen tüm sahte delillerin polis tarafından üretilmiş olduğu ispat edilmiş, yargılama devam ederken özel yetkili polisler tarafından ayrı koldan yeni deliller ve raporlar üretilmiştir.

Huzurdaki sözde dava, AKP Hükümeti ve işbirlikçisi Fettullah Gülen'in özel polis teşkilatı tarafından oluşturulmuş ve yönlendirilmiştir.

Bu dava ile öncelikle ve özellikle Türk Silahlı Kuvvetleri olmak üzere tüm milli unsurlar tasfiye edilmiş, geçici bir süre için halkın diktaya biat etmesi sağlanmıştır.

Yukarıda bir diktatörlükte olması gereken unsurları sıraladım.

Bugün vatanımızda bu şartların oluşmadığını kim iddia edebilir. Bu davaların başlamasından itibaren Türkiyede adım adım dikta rejimine gelinmiştir. Bu davanın asıl amacı da açıkça ortadadır.

Türkiye artık sivil bir diktanın kontrolündedir. Türkiye işgal altındadır.

Dikta rejimlerinde adil bir yargılamadan, savunma hakkından ve savunmanın kutsallığından söz edilemez.

Tıpkı 1920'lerdeki işgal sırasında Kaymakam Kemal Bey'in sözde yargılanmasında olduğu gibi, buradan da adil bir sonucun çıkmayacağı aşikardır.

Esaretimin sürdüğü 5,5 yıl boyunca, ortaya çıkanlar şöyledir.

Ben Veli Küçük'üm, Türk Silahlı Kuvvetlerinde 1965-2000 yılları arasında görev yapmış emekli Tuğgeneralim.

Görevim sırasında ağırlıklı olarak sınır bölgelerimizde olmak üzere vatan toprağının her köşesine gittim.

Görevim süresince daima yüksek sicil aldım.

SERVETİM YOK BORÇLUYUM

1996 yılında, Türk Silahlı Kuvvetlerinin subay kadrosu arasında yapılanbir anket değerlendirilmesi neticesinde generallik rütbesine liyakat konusunda en fazla oyu almam da gözönünde bulundurularak, Yüksek Askeri Şura tarafından oybirliği ile generallik rütbesine terfii ettirildim.

SERVETİM YOKTUR. MASAK tarafından yapılan mal varlığı araştırmasında 1 araba, Bankada 1.896 lira 35 kuruş (ki bu para emekli maaşımdan arta kalandır) ve 90.000.-TL banka kredisi kullanmak suretiyle aldığım, 2015 yılında ödemelerini tamamlayacağım bur dairem vardır.

BU nedenle emekli olduktan sonra da çalışmak zorunda kaldım.

Eğer iddia edildiği gibi milyarlarım olsaydı ve gayrıyasal, çıkar amaçlı suç örgütlerinu yönetseydim, herhalde ihtiyacım olan 90.000.- TL'nı bankadan temin etmezdim.

Kolluk görevi yaptığım hiç bir görev bölgemde, siyasi sayılabilecek ve bu dava ile sırasında tarafımla ilişkilendirilmeye çalışılan faili meçhul kalan hiç bir eylem veya cinayet bulunmamaktadır.

1990 Haziran – 1991 Ağustos tarihleri arasında, İçişleri Bakanlığı ve Jandarma Genel Komutanlığı tarafından görevlendirilmem üzerine Jandarma Genel Komutanlığı İstihbarat Gruplar Komutanlığını kurdum ve komuta ettim.

Operasyonel görevi olmayan komutamdaki birim, sadece istihbari faaliyetlerde bulunmuştur.

Yapılan tüm çalışmalar ve alınan sonuçlar bilgi iletmekle yükümlü olduğum Kurumlara iletilmiştir.

Bu birimde görev yaptığım süre zarfında, komutamdaki hiç bir personel tarafından yasaların suç saydığı bir işlem veya eylem gerçekleştirilmemiştir.

Böyle bir dourumun tespiti ve ispatı halinde, daha önceki beyanlarımda da belirttiğim gibi sorumluluğun tamamı bana aittir.

Türk Silahlı Kuvvetleri bünyesinde görev yaptığım süre boyunca, üstlerimden, konusu suç teşkil edecek hiç bir emir almadığım gibi astlarıma da bu yönde hiçbir emir, talimat veya öneride bulunmadım.

İddianame ve mütalaaya konu edilen ve örgütsel döküman olarak değerlendirilen çeşitli evraklar Bana Tuncay Güney tarafından çeşitli zamanlarda getirilmiş ve kendisi tarafından yapılan çalışmalar olarak sunulmuştur.

Evimde bulunan dökümanın tamamının Tuncay Güney taranıfından getirilip getirilmediği konusunda tereddütlüyüm. Nedenini, "gibi" sözcüğünü açıklarken yaptım.

Sözkonusu dökümanlar üzerinde hiç bir tasarrufum ve/veya değerlendirmem söz konusu değildir. Okuduğum her yazıda kendime göre notlar yazar çizerim. Bu alışkanlığımdır. Sözkonusu dökümanların çizilmesi bir yana, kapaklarının dahi kırılmadığı haricen görülmüştür.

Bu belgelerin benim tarafımdan hazırlatıldığı veya kontrol edildiğini iddia etmek, zekamla ve donanımımla dalga geçmektir.

Her ne kadar "Akil Adam" olarak seçilmedimse de, ne akılsızım, ne de hainim.

Bu belgelerin incelenmesi halinde son derece ciddiyetten uzak, çalakalem ve dayanaksız olduğu ortadadır.

Örneğin, bir belgede örgütün amacı doğrultusunda kurduğu şirketin ortaklık yapısının %50, %51 şeklinde olması gerektiği söylenmektedir. Yani, %101 şeklinde yapılandırılacak bir şirketten bahsedilmekte ve bu tip belgelere çok ciddi örgüt dökümanı muamelesi yapılmaktadır.

Bu belgelerin niteliği ve amacını anlamak isteyenlerin, Savcılık Makamının nedense yok saydığı, Jandarma Genel Komutanlığı tarafından hazırlanmış olan Bİlirkişi Raporunu incelemelerini öneririm.

Tabi maddi gerçeğe ulaşılmak isteniyorsa...

Mütalaayı hazırlayanlar ve sizlerce her nedense burçok hususta görmezden gelinmiştir. Ortada sözde örgüt şeması olarak dolaşan birden fazla döküman vardır. Birbirinden farklı şemalar tedavüle sokulmuş, bu günün tertibi 2001 yılında farklı girişimlerle hayata geçirilmek istenmiştir.

Bu şemalardan bir tanesinin kimler tarafından hazırlandığı belli değilken, diğer şemayı hazırlayanın işkence gördüğü, Mahkeme tarafından yapılan suç duyurusu ile kabul görmüştür.

BU SORULARA YANIT VERİLMELİDİR

Mahkemeniz tarafından;

–Bu şemaların kaynağını, dayanağını ve ciddiyetiniaraştırmak üzere Sabri Uzun ve Şenkal Atasagun'un dinlenmesi talebinin red edildiği;

–Tuncay Güney'e hazırlattırılan şemada yer alan, Benim ve Sayın Doğu Perinçek'in haricindeki kişilerin tanık olarak dinlenmesi talebimin red edildiği;

–Tuncay Güney'in bu davada ne sanık ne de tanık olarak yer almadığının ve almayacağının anlaşıldığı gün,

sözde belgeler açısından savunma yapma gereği Benim açımdan ortadan kalkmıştır.

Şemanın açılması konusunda ısrarlı taleplerimin red edilmesinin gerekçesi olarak, üstü kapatılanların, onurlu ve itibarlı kişiler olduğu savına dayanılmış, sözde örgütün elemanları olduğuna göre ve üstü açık olanlar hakkında yapılan işlemin, üstü kapalı olanlar için de uygulanıp uygulanmadığı sorulmuş, Savcılığın Mahkemeye vermiş olduğu cevabi yazısında, üstü kapalı olanlar hakkında soruşturma yapılmakta olduğu, ancak, soruşturmanın gizli olduğu bildirilmiştir.

–Soruşturmaya ne zaman başlanmıştır?

–Soruşturma hangi safhadadır?

–Karara bu isimler dahil edilecek midir?

–Bu kişilerle sözde benim irtibatlarımın olduğu iddia edildiğine göre, benden saklanması hukukun özüne darbe değil midir?

–Görülen davaya, hiç ilgisi ve alakası olmayan 22 dava birleştirildiğine göre, bu soruşturmanın davaya dahil edilmemesinin gerekçesi nedir?

–Şemada isimleri olan bir kısım kişilerin, mevcut iktidara yakın olmaları, yandaş basından olmaları, itibarlı addedilmelerine etkisi olmuş mudur?

–Görülen davada ve yapılan uygulamalarda, azami bir hafta gibi kısa bir süre içinde iddianamesi hazırlanarek davası açılan soruşturmaların olduğu ayan beyan ortada iken, bu soruşturmanın senelerce sürüyor olmasının, akıllara soru işareti getirmesi normal değil midir?

Mahkemenin tutumu, bizim burada söyleyeceğimiz ve hatta ispat edeceğimiz hiç bir olgunun sonucu etkilemeyeceğinin açık göstergesidir.

Mahkeme, belgelerin sadır olduğu kişi de dahil, dönemin etkin isimlerinin bu konudaki beyanlarını yok sayarken, Ben burada neyi anlatacağım?

Netice olarak, bugün burada, kaçak bir yahudi hahamı ve kardeş katili, raporlu bir psikopatın tanık ve gizli tanıklığıyla tutulmaktayım.

Masıl mı?

Beyinlere iyice nekşedilmesi amacıyla, üzülerek, bu hukuk garabetini bir kez daha burada okuyorum.

Mütalaa 1168. sayfa;

"Gizli Tanık 9, kayda alınan ifadesinde özetle; Alparslan Arslan'ı tanıdığını, Veli Küçük ile bizzat görüştüklerini gördüğünü, samimi ilişkiler içerisinde bulunduklarını bildiğini..." söylemiştir.

Bu beyan Gizli Tanık 9'a aittir. Beyanları alınırken polisin veya ifadeyi alan Savcının "Osman'ım" dediği kişi...

Mütalaa 1169. sayfasında ise;

"Osman Yıldırım tanık olarak alınan ifadesinde; kendisinin Veli Küçük ile Alparslan Arslan'ın Üsküdür'da Katibim Restauranın yanındaki çay bahçesinde buluşturklarını bildiğini, zaman zaman kendisinin de yanlarında bulunduğunu" söylemiştir.

Bu ifadelerin hemen ardından;

"Birbirinden habersiz olarak ifadeleri alınan, gerek ifadelerinin tarihi, gerekse soruşturma evrakındaki kısıtlama kararına göre, birbirlerinin ifadelerini öğrenmeleri mümkün görünmeyen her iki tanığın, alparslan arslan ve Veli Küçük'ün Katibim Restauranın yanındaki çay Bahçesinde buluştukları şeklindeki beyanlarının, alparslan ile Veli Küçük'ün geçmişe dayanan bağlantısının bulunduğunu gösterdiği anlaşılmaktadır." şeklindeki tespit mevcuttur.

Mütalaayı yazanlar açısından Danıştay Saldırısını Ben azmettirmiş oluyorum. Osman Yıldırım'ın beyanlarını Osman Yıldırım teyid etmiş, öyleyse Osman Yıldırım'ın ifadesi doğru imiş...

"KUVVETLİ SUÇ ŞÜPHESİ NEDENİYLE TUTUKLULUK HALİNİN DEVAMINA"

Neden Veli Küçük, kısaca anlatacağım;

Ben Türk Milliyetçisiyim, ancak, Türk milliyetçiliğinin Hakkari'den, Van'dan, Siirt'ten, Diyarbakır'dan başladığına inanan birisiyim.

Doğu Anadoluda Kürt sorunu olduğuna hiçbir zaman inanmadım.

Her nedense, bu gerçek görülmek istenmedi.

Bölgede uzun seneler çalışmış, özellikle, kanu ile ilgili araştırmalar yapmış birisi olarak söylüyorum, kesinlikle Doğu sorunumuz, kürt sorunu değil, Ermeni sorunudur.

Görev gördüğüm, Diyarbakır, Hakkari, Siirt, Mardin, Şırnak, Van, Ağrı gibi illerde bu konu ile ilgili olarak, köy köy gezdim ve Ben kahvehane veya okullarda halka, eşim köy evlerinde bayanlara bu konuyu anlattık. Hİç bir yerde yadırganmadık, zira, doğunun yiğit insanları bunun farkındaydılar.

–Yüzlerce çoğalttığım, rahmetli Kinyas Kartal'ın "Erivan'dan Van'a" isimli risalesini dağıttım.

–Dr. Mehmet Sükrü Sekban'ın yazdığı "Kürt Sorunu" isimli kitabı anlattım;

–Ziya Gökalp'i anlattım;

–Cahit Sıtkı'yı anlattım;

–Ercişli Emrah'ı anlattım;

Son Doğu görevim olan Ağrı Alay Komutanlığı görevim sırasında, yaptığım bu çalışmalar dikkate alınarak, PKK'nın hedefinde idim ki, verilen talimatla "Bu konuşmaları yapan birisi varken, niye savaşçılarımız hedef arıyor?" şeklinde telsiz mesajları elimize geçmişti.

Bu konuda, Şemdin Sakık'ın mektuplarından Tuncer Günay'ın yazmış olduğu "Şemdin Sakık'tan Mektuplar" isimli kitapta Bölgenin durumu anlatılmaktadır.

Ancak burada Kamu Tanığı denilen birisi, Bana PKK'yı kurdurdu...

İbadet vecdi içerisinde gerçekleştirmeye çalıştığım, vatanıma ödenmesi gereken bir borç olarak bildiğim bu çalışmalarımı, emekli olduktan sonra da devam ettirdim. Yurtiçi ve yurtdışında anlatmaya devam ettim.

Yapılan dezenfermasyonlar, asılsız ithamlar, yalan yanlış haberler ile yaramazlık yapan çocukların korkutulduğu bir Veli Küçük yarattılar.

Hakkımda uydurulan iddialar ve bu iddiaların sahipleri hakkında şimdiye kadar yaptığım açıklamalar Mahkemenize birşey ifade etmiyor ise, şu anda, burada, bu konuda söyleyeceklerimin fuzuli olacağına inanıyorum.

SUÇUN OLMADIĞI YERDE UZUN TUTUKLULUKTAN BAHSETMEK KOMİK

Tekrar söylüyorum;

Onurlu bir insan, Atatürk'ün Cumhuriyetine, O'nun tüm ilkelerine ve tüm kurumlarına canı pahasına sahip çıkan Türk Silahlı Kuvvetleri'nin eski bir neferi olarak, bana hayasızca yöneltilen suçlamalara karşı savunma yapmak, bu hayasızlığa ortak olmakla eşdeğerdir.

Sık sık uzun tutukluluk sürelerinden şikayet ediliyor. Bunu söyleyenlerin aldandığını düşünüyorum. Burada tutukluluğun uzun olmasından kaynaklanan bir hukuk ihlali yoktur. Burada hiç açılmaması gereken bir dava. Iftiralarla yürütülen bir yargılama ve işgalin tamamlanması için bekletilen esirler vardır.

Suçun olmadığı yerde tutukluluktan, hele hele tutukluluğun uzadığından söz etmek komiktir.

Oysa, esaretin uzunu, kısası olmaz. İşgalci zihniyete göre, Cumhuriyet teslim olduğunda, esarette son bulacaktır. Ancak böyle bir son Türkiye Cumhuriyeti açısından mümkün değildir. Zira, Atatürk devriminin bekçileri, hazırlanan bu sona teslim olmayacak, Kurtuluş Savaşını kazanan ruh ile Atatürk'üne, Bayrağına ve Cumhuriyetine sahip çıkacaktır.

Esaretimiz ise ancak o gün son bulacaktır.

Bugün burada, Benden istenen, sözde savunmayı yapmayı red ediyorum.

SİZİN HUKUKUNUZA İNANMIYOR VE GÜVENMİYORUM

Sizler tarafından Bana atfedilen Sanık sıfatını, Bana biçilen rolü oynamayı kabul etmiyorum.

Burada bulunmamızın nedenini merak edenlerin cevaplarını;

–Kanlı Terör Örgütünün Diyarbakır'da yaptığı Mitinglerde;

–Salladıkları Katil posterlerinde;

–Açtıkları pankartlarda;

–Atılan sloganlarda;

–Kürt halkının temsilcisi olduğunu söyleyen, gelinen noktada, gerçek amacını deşifre ederek 1915 Ermeni Olaylarının araştırılması talebinde bulunan BDP'nin bu talebinin içinde

bulacaklarını biliyorum.

Onurlu bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak, iftiralarla, kalleşçe içine atılmak istediğim çukurdan çıkmak için debelendiğimi hiç kimseye ve özellikle bu tertibin sahiplerine izlettirmem.

Ben burada suçsuzluğumu ispat için çırpınmam.

Bunu yaparsam, bu zindanların kapılarında hukuksuzluğu haykıran binlerce vatansevere ihanet etmiş olurum.

Bu davanın açılacağı, Yunanistan'da yayınlanan ve Yunan istihbaratının yayın organı olan "To Vima" isimli Dergide yayınlandı.

Tarih 21 Mayıs 2006, Henüz Ergenekon ismi dahi söylenmemiş.

Yunanistandaki Dergi yazısında, Veli Küçük'ün, Muzaffer Tekin'in, Kemal Kerinçsiz'in, Sevgi Erenerol'un isimlerini vererek, Danıştay Saldırısından söz etmekte ve "bütün bu olayların sonu Ergenekon'a çıkmaktadır" şeklinde yazmaktadır.

Nereden mi biliyordu?

Bunu anlayabilmek için Yüce Önder Mustafa Kemal Atatürk'ün "tavsiyem" dediği, ancak "vasiyeti" olan sözüne bakmalıyız.

"Necip Türk Milletine ve nesli atiye tavsiyem odur ki, sinesinde yetiştirerek başının üstüne kadar çıkaracağı adamların kanındaki ve vicdanındaki cevher-i asliyi tahlil etmek dikkatinden bir an vazgeçmesin!"

BU söz benim şiarımdır. Senelerdir tebrik kartlarımda yer alır.

BU MAHKEMEDE SAVUNMA YAPMAYI REDDEDİYORUM

Belki bizler bedeller ödedik, ama inancım odur ki, geldiğimiz noktada artık Yüce Türk Milleti de, Atatürk'ün önerdiği gibi, sinesinde yetiştirdiği ve başının üzerine çıkardığı kişilerin kanını ve vicdanını tahlil etmiştir.

Tertiplenen oyun ters tepmiştir. Panik bu yüzdendir.

Binlerce yurtsever Atatürkçü, Silivri esarethanesinin önüne dayanmıştır.

Şimdi sizlere düşen, bizleri bir an önce zindanlarımıza göndermek ve orada unutulmamızı beklemektir.

Savunmaya lütfettiğiniz 2 saatlik sürenin başka bir açıklaması yoktur.

Ama başarılı olunamayacaktır. Çünkü Atatürk'ün diğer bir sözünde belirttiği gibi;

"Türk Milleti yüzyıllardan beri hür ve müstakil yaşamış ve istiklâli yaşamak için şart saymış bir kavmin kahraman evlatlarından ibarettir. Bu millet istiklalsiz yaşamamıştır, yaşayamaz ve yaşamayacaktır."

İşgal altında olan memleketimin tutsaklarından biri olarak, bu mahkeme önünde savunma yapmayı red ediyorum.

Mahkemenizden tahliyemi talep etmiyorum.

Vatanımın işgali son bulduğunda sona erecek olan bu esaret günlerimi, güzel ve yalnız Vatanıma helal ediyorum....

VELİ KÜÇÜK

Kaynak: Odatv.com

Editör: TE Bilişim